Acayip bir şey şu yaşanan çağ. Hani her devir kendince bir değişik aslında ya, neyse… Aynı şehirde kimi parasının hesabını bilmez, nereye savrulacağına karar verememiş, sıkıntılı; kimi işyerindeki hırslara bulanmış ev içi ilişkiler yumağında boğulmuş; kimi geleceğini sırt çantasına bağlamış, kendi hayatının kaçağı. Coğrafya aynı ise de, kaderleri değişik, yaşadıkları çağlar farklı, koşullar adaletsiz bir dolu insan kalabalığı. Bu çokluğun içinde biricik insanlar, yalnızlar, kafası karışıklar.
Kendimi ne zaman umutsuz hissetsem, ne zaman yarına güvenemesem, canım sıkılsa, içim daralsa, derdimi yük sansa ruhum aklım uçar gider bu düşüncelere. Bilmem nereden sızar zihnime bunca ayrıntı, bunca hayal detayı? Okuduklarım, dinlediklerim, gördüklerim, izlediklerim bir olur, nereden, ne zaman çıkacağı bilinmeyen bir gökkuşağı gibi beni sarar.
Dara düşünce sığının siz de kalabalıkların yalnız insan çehrelerine. İçlerinde birileri çeker sizi kendi derinliğine. Oradadır belki derdinizin dermanı, en azından bir nefes alımı rahatlama zamanı. Olmadı mı? O zaman belki de el uzatmanız gereken esas dert oradadır. Belki gönlünüzün ferahlaması için sebeptir o çehrenin insanı. Gönüllü olmak biraz da bu değil mi? Hani yaşamaya gönüllü misali… Kapiş 🙂
Emekli olmanın anlamı ekonomiye göre değişiyor. Bu zamanın ekonomisinde biz EYT yani emeklilikte yaşa takılan arada kalmışlar bambaşka hislerle kucaklıyoruz bu olguyu. Çünkü biz X kuşağının alamet-i farikası bu işte, arada kalmışlık. Savaşmakla kaçmayı, bireysellikle çoğulculuğu, keyifle zorunluluğu karman çorman yapıp, elimize yüzümüze bulaştırmakta, yaşamanın kendisini katrana bulamakta beis görmeyen kuşağız biz.
Tam da o nedenle eski filmlere hayran olur, Rock’n Roll’un çıkış şarkılarına eşlik edebilir, 90’ların acımasız kapitalist düzenine güzellemeler düzer, Sex and The City ile Meg Ryan hayranlığını hiç üşenmeden karıştırır, Friends karakterlerine göre davranış analizi yapar ve dahası 50’lere dayanmış yaşımızdan gurur duyarız. Biz X kuşağının medar-ı iftar-ı, tekmili bir arada zat-ı şahaneleriyiz. Biz ülkeye borçlu hissedip, başka bir ülke sınırlarını zorlamamayı kaçmamak diye nitelendirenleriz. Biz borçlu olduğumuzu düşünürken, aslında hakkımız olanı alamadığımıza inanan koca bir topluluğuz. Biz organize olmayı beceremeyen, çocuklarımızdan gönüllü olmayı öğrenmiş orta yaşlarız. Biz iyi ki varız.
Henüz yaşlılık aylığı diye nitelendirilen meblağları hesaplarımızda görememiş olsak da, hak kazanmış olduğumuz teyit edildiğinden mutluyuz. Zira bunun için yıllanmış bir mücadele veriliyordu. Her ne kadar ekonomik darboğazın bizi getirdiği noktada boğazımıza kadar gömülmüş olduğumuz bataklığa biraz daha batmamıza sebep olmuş olsa da, bir kazanımdır kuşağım adına sonuçta.
Dün akşam #cankadınlarokumatoplulugu ile #KnutHamsun Açlık kitabını konuştuk. Kitap, geçen yüzyılın başlarında açlığı her hücresinde, tüm şiddetiyle yaşayan yazarın, bu deneyimi okura aynen ve şahane bir şekilde hissettirebilmesi diye özetlenebilir. Gururu, yaşam amacını, istekleri ve aşkı açlıkla sınamak nasıldır anlar insan kitabın sonunda. Bu, kitaba 1920 yılında verilen Nobel ödülünü de açıklıyor bir bakıma. Yazarın hayatı da yaşadığı coğrafyanın ve dönemin zorluklarının yansımasıdır adeta. Her türlü işte çalışıp yine de karnını bile doyuramamaktan, göçlerle kendine yaşam alanı yaratma çabasına, veremden dolayı eve ölüme dönerken iyileşmek, fakat ardından iki defa aynı şehirde, Oslo’da, açlıkla sınanmaya, kendince çıkış bulduğu faşizm belası yüzünden uzun ömrünün sonlarında kendi halkı tarafından izole edilmekten, hapsedilmeye… Buna rağmen kitaplarındaki muazzam içerik ve anlatım teknikleri ile pek çok yazarın gıpta ile baktığı eserlere imza atmak. Sanatçıların yaşamına ve eserlerine bakınca bizi kendilerine hayran bırakmalarının sebebi de bunca sıradışı olmaları değil mi?
Knut Hamsun (Nobel ödüllü, Norveçli yazar, 1859-1952)
Açlıkla sınanmak denilince aklıma yurtta kaldığım zamanlar geldi. İlkokuldan sonra gittiğim devlet yatılı yurdu, hayatımda iyi-kötü pek çok şeyi yaşamama vesile oldu. Tam anlamı ile açlık olmasa da, buna benzer bir yokluk duygusunun iliklerime işlemesi de bunlardan biri. Bir kere toplu yaşanan pek çok ortamda olduğu gibi kendimize ait yiyecek bulundurmak mümkün değildi. Mantıklı elbette.Öte yandan beslenmemizden sorumlu olan devlet ve okul yönetimi 11-17 yaş grubundaki gençlerin beslenmesinde şöyle bir menünün uygun olduğuna karar vermişti:
Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde margarin, bir yemek kaşığı gül reçeli, çay
Öğle: Bir kepçe kuru fasulye, bir kepçe pilav, hoşaf
Akşam: Bir kepçe kuru fasulye, pilav
Dilediğin kadar ekmek elbette. Malum milletçe hastasıyız ekmeğin. Ara öğün diye bir şey yok. Ertesi günün menüsü:
Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde yağsız beyaz peynir, bir yemek kaşığı zeytin, çay
Öğle: Patates yemeği, yayla çorbası, elma
Akşam: Patates yemeği, yayla çorbası
Ortaokul yıllarımdan
Bazen hafta sonları hem peynir, hem reçel, hem de haşlanmış yumurta olurdu. Reçel ve yağ olduğu günler daha iyi doyardık. Çünkü daha fazla ekmek yemeye elverişli bir menü. Sulu yemeklerin içine bir dilim ekmek atar, onu ıslatır yerdik. Patates yemeğini püre haline getirir ve ekmeğin üzerine sürerdik. Cuma ve cumartesi akşamları minik kantinimizde satılan bir kaç çeşit bisküvi ve çikolata içinde özellikle Tadelle’yi tercih etmemiz de bundandı. Çünkü ekmeğin arasında koyunca harika bir öğün olurdu. Şimdi bu yetişkin halimde aslında doymak için bulduğumuz çözümler pek acıklı ama akıllıca geliyor. Aferin bize.
Annem ve babamın bizden bir nesil önce yaşadıkları yurt deneyimlerindeki harika koşulların yarattığı anılara bakıyorum ve doğal olarak kendi deneyimlerimle karşılaştırıyorum. Garip bir tezat var. Biz ileriye gitmeliydik değil mi? Belki de bu nedenle o dönemde yurtta kalan bizlerin aileleri bu duruma hiç tepki vermediler. Onlar bizi devlete emanet etmenin rahatlığı ve devletin yüceliğini sorgulamanın akla dahi gelmemesinin sıradanlığını yaşıyorlardı belki de.
Sonra durumu gayet iyi olan çocukların çoğunlukta olduğu bir üniversite, şaşalı hayatların yaşandığı reklam piyasası, yurtdışı deneyimi derken, bu coğrafyanın da kendine has bir şekilde evlat kayırdığını anladım. Daha iyisi de var, daha kötüsü de. Fakat herkes bir yandan şanslı iken, bir yandan darbeyi almış. Yaralı ruhların şen memleketi burası. Acıyı bal eyleyenlerin yuvası. Kan içip kızılcık şerbeti diyenlerin, bir araya gelince otobanda arabayı durdurup göbek atanların coğrafyası. Ezmeye gelince ayaklar altına alıp çiğnediğimiz canları, yeri gelince ölesiye yüceltebilmeyi de başardığımız garipliklerin vatanı. Hafızası balığınkinden az belki ama, genlerine geçmişin dövme gibi kazındığı insanların yaşadığı kaf dağı burası.
Taa iskandinav yurdunda 100 yıl önce yazılmış açlığın, benim zihnimdeki gurultusudur ispatı iyi edebiyatın. Varolsunlar…
1800 sonlarında İngiltere’deyiz. Viktorya dönemi bitmek üzere. Sanayileşme, kadın ve erkeğin beraberce ezildiği büyük bir işçi sınıfı ve yeni zenginler oluşmasına sebep oluyor. Britanya İmparatorluğu bu değişimden en çok nasiplenen ülkelerden biri. Viktorya dönemi aristokrasiyi yücelterek sınıf ayrımını keskinleştiriyor. Sonradan Sir ünvanı alan Leslie Stephen ise bu dönemin en önemli yazarlarından biri. Julia Duckworth gibi o da eşini kaybetmiş. Tesadüfen komşu olan ve ilk eşlerinden çocukları bulunan bu iki insan birbirlerini seviyor ve evleniyorlar. Virginia Woolf toplam 10 çocuklu bu ailenin 9. ve en küçük kızı.
Dönemin şanslı ailelerinden birisi. 6 katlı bir konakta, onlarca hizmetçi ile yaşayan kalabalık, varlıklı ve eğitimli bir aile. Dönem gereği kızlar henüz okula gidemiyor ancak Woolf, ablası Vanessa ile beraber evde gayet iyi bir eğitim alıyor. Öte yandan dışarıdan gayet muntazam görünen bu ailenin gizli sırları var. Babanın ilk evliliğinden olan iki ağabey, kızkardeşlere yıllarca cinsel tacizde bulunuyor. (Virginia bu dönemi yaşamının sonlarında daha sık ve net hatırladığını ve bunun ona çok acı verdiğini söyleyecekti.) Üvey anne ve üvey abla akıl hastalığından muzdaripler. Anne kızların ergenliğinde grip sebebiyle aniden ölüyor. 9 yıl sonra da babayı kaybediyorlar. Bu kayıplar Virginia’nın ruhunda derin yaralar açıyor. İntihar denemelerinin başlaması ve onu korkutan gaipten seslerin duyması bu dönemde başlıyor. Hayat bu noktaya kadar Virginia için tüm bu olumsuzluk ve olanaklarla kendini keşfetme yolcuğu ve eğitimle geçiyor. Ancak asıl kimliğine kavuşması kardeşleri ile beraber Bloomsbury’e taşınması ile gerçekleşiyor.
Maddi anlamda hiç bir sıkıntılarının olmaması kardeşlere diledikleri gibi yaşayabilme özgürlüğü veriyor. Bu sayede entelektüel pek çok ismi barındıran Bloomsbury grubuna dahil oluyor ve günlerini hemen her konuda tartışarak ve üreterek geçiriyorlar. Bu gruptaki özgürlükçü ve üretken ortam, Virginia’nın hem kendisine dair, hem de kadına dair düşüncelerinde ciddi ilerleme kaydetmesine yol açıyor. Ergenlikten bu yana ruhundaki duyarlı ve yaralı tarafı anlamlandırmaya çalışan Virginia yazarak ruhunu iyileştirmeye çabalıyor. Bu grubun içinde tanıştığı Leonard Woolf ile evleniyor. Bu evlilik bir arkadaşlık ve iş ilişkisi şeklinde ilerliyor. Leonard bir basımevi kurarak, Virginia’nın kitaplarının rahatça basabilmesine olanak sağlıyor. Kitapların tüm resimlerini de ressam olan ve aynı grubun içinde bulunan kardeşi Vanessa çiziyor.
Virginia, yaşadıklarından derinden etkilenen, hemen her olayı ruhunda acıyla yaşayan biri. Bipolar bozukluğunun ona verdiği bu lanet, aynı zamanda bir lütuf. Bu sayede kitaplarında yaşamın ruhundaki yansımasını anlatabilme şansını buluyor. Eşcinsel olması kadına dair bakışını etkileyerek yazdıklarını şekillendiriyor. Ruhsal durumu da edebiyatta çığır açacak olan bilinç akışı tekniğini keşfetmesine sebep oluyor. Bu teknik ki, yazdıklarının çağlar boyunca kuşaktan kuşağa akmasını ve kadının varoluş kavgasının anlaşılmasını sağlayacak önemli bir mihenk taşı oluyor.
1941 yılında, yeni bir dünya savaşının gölgesinde bombalar patlar ve geleceğe dair umutsuzluk hüküm sürerken, kocasına ve kardeşine birer mektup bırakıp, cebine doldurduğu taşlarla kendini nehrin sularına bırakıyor. Bu dünyadan bir ruhunun yarasını merhem niyetine kadınlara bırakan bir Virginia Woolf geçiyor.
Eserleri:
1915 Dışa Yolculuk : Annesinin ölümü ile başedebilmek için yazdı.
1919 Gece ve Gündüz : Klasik gerçekçi üslup ile yazdığı roman, 1. Dünya Savaşı öncesi İngiltere toplumunu anlatır.
1921 Pazartesi ya da Salı
1925 Mrs. Dalloway : Bilinç akışı tekniğinin başlangıç romanı. Romanda kendisi ve ailesindeki bazı kadınların aklından geçenleri farklı bir teknik kullanarak anlatır.
1927 Deniz Feneri : Kendi intiharına dair bir göndermede bulunduğu romandır. “kendini üzerinde durduğu daracık tahtanın ucundan insanı yutuveren o sulara bıraktığını gören olmamıştı.”
1928 Orlando : Yazılmış en uzun aşk mektubu denebilir. Sevgilisi Vita Sackwille-West’e adanmış bir roman. Eşcinselliğini açıkça ifade etmiştir bu romanla.
1929 Kendine Ait Bir Oda : _Feminist hareketin en önemli ve Wollf’un en bilinen, en kolay okunan kitabıdır. Neden Shakespeare gibi bir kadın ozan yok sorusuna cevap aradığı bir metindir. Metinde tarihsel bir inceleme, alıntılar ve serbest akışla bir cevap aranır bu soruya. Sınıfsal ayrım ve cinsiyet ayrımının kadını getirdiği nokta gözler önüne serilir. Kadınlara şöyle seslenir: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.”
1931 Dalgalar : Düzyazı formatında yazılmış bir şiir denebilir. Bilinç akışı tekniğinin en önemli eseridir. Gerçekçi roman geleneğinden kopuşu temsil eder. Virginia’nın bir denizin kenarına oturup, kitabı dalgaların ritmine uygun olarak üç kez yeniden düzenlediği söylenir. Orjinal dilinde ritmik bir akışı vardır.
1931 Londra Manzaraları
1937 Flush, Bir Köpeğin Romanı : Bir aşk öyküsünün bir köpeğin bakış açısı ile anlatılması
Bugün ben instagram’da fotoğraflara bakarken, oğlum başkalarının ne kadar da güzel hayatlar yaşadıklarını iyice öğrendiğini ve başka bir şeye bakmak istediğini söyledi. Sosyal medyanın bilgi edinme, haberleşme, ticaret gibi pek çok işlevinin yanısıra, esas anlamının bu cümlede gizli olduğunun farkındayız, değil mi? Başkalarının hayatlarını gözetlerken, onlardan daha anlamlı ve özenilesi hayatlara sahip olduğumuza ikna olmak. Yetmez, onları da buna ikna etmek. Giderek artan bir takipçi sayısına paralel tatmin olmak. Bu arada zamanımızı, enerjimizi, gerçek hayatın anlamlı anlarını kaçırmak.
Bazen dikiş videoları izlerken yaşadığım başarma hissi, aslında elimde bir ürün olmadığını farkettiğimde hızlıca hüsrana dönüşüyor. Aynı durum yemek ve pasta videolarında da oluyor. Hatta çocuk eğitiminde, kitap eleştirisinde, tatil rotası seçiminde. Çocukların eğitiminde bildiklerimi uygulayamadığım, o kitapları okumayadığım ve o tatilllere çıkamadığım yüzüme çarpıyor. Üstelik bunların olmama nedenlerinin başında da zamansızlık geliyor. Kötü zaman yönetimi değil, hayata ayırmam gereken zamanın sosyal medyadaki içeriklere harcanmış olması gerçeği. Bunu yıllarca medya planlaması yapmış, sosyal medya analizlerine ve pazarlama şifrelerine kafa patlatmış bir iletişimci olarak benim yapmam daha da manidar değil de ne? Peki çözüm?
Çözüme gelmeden bunları sorgulamaya beni iten şeyin oğlumun sözleri değil, bu esnada tükettiğim içerik olduğunu söylemem gerek. Başkalarının hayatları kısmında, başka ülkelerin, başka yüzyılları, başka dertleri, muhtemel daha iyi gelecekleri ve bunun pek de farkında olmamaları gerçeği kıskançlık damarlarıma baskı yapıyordu gözümün önünden geçen videolarda. Kendimce son derece uğraşılmış ve beni hem mutlu, hem de tatmin eden ‘şahane’ hayatımın aslında coğrafya gereği bir zaman kırılmasına kurban edilebileceği fikri ürkütücü geliyor. Daha da fenasına şahit olduğum zamanlar ise sinirlenmek ile vicdan yapmak arasında sıkışıyorum. Şükretmek, epeydir kabullenmek anlamına geldiğinden ve bu kadarına razı olmanın çocuklarım ve umudum adına yapılacak büyük bir haksızlık olduğuna inandığım için pek geçerli değil artık. Umarım çelişkiler yumağının içimde uyandırdığı rahatsızlık ve çaresizlik hislerini anlatabilmişimdir. Zira benim gibi düşünen çok insanın olduğuna ve bu güruhun giderek sinirlenmeye veya bu hisleri yok saymaya doğru gürül gürül gittiğini gözlemliyorum.
Bakalım sosyal medyanın başka ne işlevleri var? Harcadığımız zamanın kontrolünü ele aldığımızda ve içerik kontrolünü başardığımızda görür müyüz dersiniz? Bence çözüm bu cümlede yatıyor.
Jane Austen en sevdiğim yazarların başında geliyor. Kadının bırak kitap yazmayı, adının dahi anılmadığı, sosyal sınıfların varlığının iliklere kadar hissedildiği, evliliğin kadın için tek amaç, kadının ise erkek için sadece şehvet aracı olduğu bir feodal dönemde, Jane Austen evlenmeyen bir kadın yazar olmayı başarıyor. Üstelik de fikirleri, istekleri, planları, yaşama karşı bir tavrı ve hemen her ortamda söyleyecek bir sözü olan kadınları yazıyor. Asi ve özgür kadın imgesi, romanlarındaki karakterlerde varlık buluyor. Kadının varlığının bu şekilde yazılması edebiyat tarihinde bir ilk. İlk kez bir kitapta kadın görsel bir imge olmaktan çıkıyor ve düşünen, kendi adına konuşan, isteklerini savunan bir kişiliğe dönüşüyor. Kitaplarının basıldığı 1800’lü yılların başından bu yana da fakir ama esaslı kız, zengin, gururlu ve içindeki iyiliği bu kız sayesinde keşfeden erkek kahramanlar, edebiyatı ve ekranı zenginleştirmeye devam ediyor. İyi ki…
Kitaplarından esinlenmiş veya uyarlanmış film ve dizileri sevmem de şaşırtıcı değil elbette. Dönem yapıtları da film, dizi, kitap farketmeksizin ilgimi çekiyor. Netflix de bu konuda epey materyal sağlıyor doğrusu.
Son dönemde Netflix önce Emma, sonra da İkna romanlarını filmlere uyarladı. Emma’yı Anya Taylor-Joy, İkna’nın ana karakteri Anne’i ise Dakota Johnson canlandırıyor. Her iki oyuncu da son dönemlerin başarılı ve popüler isimleri. Erkek karakterler içinse Johnny Flynn ve Cosmo Jarvis gibi pek de popüler olmayan -üstelik de klasik yakışıklı tanımına uymayan- isimler tercih edilmiş. Uyarlamalar da şimdiye kadar yapılanlardan farklı olarak konuyu işleyiş biçim olarak modern hayata uygun, ancak dönem olarak 1800’lü yılların seçildiği yapımlar. Bunun bir amacı da o yılların İngiltere’sindeki kostümlerin, doğanın, baloların ve malikanelerin çekiciliğinden yararlanmak olmalı, ki epey yerinde bir karar bana kalırsa. Bu şekilde konu daha çekici, anlaşılır ve akıcı kılınmış, karakterler günümüz izleyicisine yakınlaşmış, kadının, ilişkilerdeki ve toplumsal konumundaki varlığını kanıtlamak için geldiği uzun ve meşakkatli yolu da dikkatli izleyiciye gösterilmiş oluyor.
Öte yandan Netflix’in ırk eşitliği kavramını bir misyon olarak üstlendiği de bu tarz dönem filmlerinde kendini fazlasıyla kanıtlıyor. Zira dönem ve coğrafya itibariyle siyahi ırkın varolmasının imkansız olduğu konumlarda ekrana yansıtılması düşündürücü olduğu kadar sevimli de. Benzer durum iki başarılı sezonunu izlediğimiz başarılı bir Julia Quinn uyarlaması olan Bridgerton dizisi için de geçerli. (Pek yakında üçüncü sezon tanıtımını izleyeceğiz sanıyorum 🙂
Julia Quinn kitaplarından uyarlanan bir Netflix uyarlaması olan Brigerton 1. sezonBrigerton dizisindeki siyahi kraliçe ve nedimeleriBrigerton 2. sezon
Kavramlar kafa karıştırıcı olabilirler. Mesela 1920’lerde faşist ve komünist kelimelerinden anlamı ile günümüzdeki ne denli farklı! Kelimelere yüklediğimiz anlam, onların temsil ettiği kavramların hayatımızdaki yerlerini ve etkinliğini gösteriyor. Öte yandan başka bir dönemdeki farklı bir değerlendirme ile kavramların anlamının ne kadar değişebildiğini de biliyoruz. Bu durum ırkçılık için de geçerli. Günümüzün ırkçılığı daha ziyade ulus millet kavramına indirgenmiş durumda. Bu manada beyaz, eğitimli ve geliri/keyfi yerinde batılının henüz tam olarak ayırdığına varamadığı göç mevzusu da önümüzdeki dönemde dünyayı epey meşgul edecek gibi. Belki de yaygın medyanın yapmaya çalıştığı elimizdeki ırkçılığı tartışmaya ve başka bir gözle bakarak günah çıkarmaya çalışmaktır, kimbilir?
Jane Austen zamanımıza bir göz atsaydı, kadının çabasının işe yaramakla beraber, yolunun hala uzun olduğunu; insanlığın ise kavramların biçimi değişmesine rağmen aynı sığlıkta debelendiğini düşünürdü sanırım. Zira toprağın yerini teknoloji, siyahinin yerini göçmen, köylünün yerini işçi aldı. Kadın ise hala kadının yerinde!
Dönem filmlerini romantik komedi diye, Jane Austen kitaplarını da sığ aşk romanları diye görmemenizi öneririm. Zira içlerinde insana ve topluma dair pek çok düşünce var. Üstelik şahane kostümler ve nefes kesici manzaralar da muazzam bir keyif veriyor 🙂
Evler, kostümler, danslar, balolar, kır gezileri, piknikler dönem dizilerinin en çekici yanlarından.
Coğrafya güzel. Aslında dönem de güzel, bakma sen; tıp ilerlemiş, teknoloji gelişmiş, iletişim muazzam, en az savaşın olduğu, açlığın azaldığı bir dönem. Hani baktığın yerden gördüklerine bağlı ama, yine de aklı selim için fena değil yani. Çünkü eskiler de, hadi itiraf edelim, biz bizeyiz şurada, pek matah değildi. Şimdi iklim krizi dediğimizi dünya bir kaç kez yaşamış mesela. Açlık, savaş desen, sömürge yılları derim, dön bak bı tarihe devletlerin yazmadığı satırlardan mesela.
Uzağa gitmeyelim hatta, bir kaç on yıl geriye bakalım. @140journos ‘un son yapımında 90’ların ne menem yıllar olduğu anlatılıyor mesela. Pek şahane bir yerden bakıp, dosdoğru delik dipçik etmişler pamuklara sarıp sakladığımız gençlik yıllarımızı. Nefis bir iş olmuş. Hakikaten geçmiş nedense pek matah geliyor da, öyle miydi sahiden? Peki acaba şimdiki zamanlar da o kadar mı, nasıl desem, yaşanmaz bir dönem? Kimbilir, zamana soracağız ileride anlaşılan onu da!
Fakat demirin tuncuna, insanın piçine kaldık derler ya, hah işte tam da öyle be arkadaş! Sonuçta insanız, elbet geçmişi güzel anacağız, geleceğe umutla bakacağız, bugünü de tüm bu sebeplerle tartışacağız….
Filmlerde insanlar eski fotoğraflara bakarken, bazı kişilerin ekranda yavaş yavaş fotoğraf karesinden silindiklerini görürüz. Gerçek hayattaysa kayıplar, yangını küllenmeyen bir kor gibi yakar yüreği. İçin için kavrulur insan.
12 yıl önce, henüz dünyanın başına bunca bela sarılmamışken, blog yazmaya başlamıştım. Uzun ve yorucu uğraşlar sonucu kızım doğmuştu. Aşılama, iğneler, hormonlar, doktor kontrolleri, tüp bebek tedavileri ve bir yandan yoğun iş ortamı, krediler, iş güç derken, hayat kendi ritmini tutturmuş akıyordu. Bunların bir kaydı olsun istemiştim. Bir yandan tatil planları, bir yandan ekonomi, yoğun mesai ve evde akşam göbeğe saplanan iğneler. Umut doluyduk. Yeni yeni palazlanan sosyal medya ortamlarını keşfediyor, bize yakın gelen kişileri sanal ortamlarda dost biliyorduk. O zamanlardan bana kalan bazı kişiler oldu elbet; kimisi hâlâ sanal, kimisi kanlı canlı kaydedildi kendi dijital veya gerçek dünyamıza. Kimisi yurt dışını memleket bildi, kimisi fenomen anneliği profesyonel iş kadınlığına terk eyledi, kimi iş tuttu, aldı yürüdü, kimi de ilk hevesi geçince bıraktı yazmayı.
Kızım doğduğunda aldığı nefesi, her lokmasını, kelimelerini, hareketlerini kaydetti o blog. Kendi yaşına uygun bebekleri takip ettim. Yorumlarla onları beşik arkadaşı eyledim kızıma. Lohusa şerbetlerimizin tadı karıştı birbirine. Güzel zamanlardı. Güzel zamanlarmış. Ardından hediye gelen bir sürpriz gebelik ve oğlumla tanışmamız. Hepsi rüya gibi şimdi. Yaşandı ve iyi ki ve güzel yaşandı.
Bir süre sonra o zamanların eşlikçisi sanal dostlar, elini eteğini birer birer çekti yavruların gazını, lokmasını paylaştıkları bu alemlerden. Kendilerine yeni yurtlar, yeni dertler, yeni uğraşlar edindiler. Bana gelince, ben kendimi sahil kasabasında buldum. Her beyaz yakalının hayalinin içinde, zor ve meşakkatli bir yolun sonunda, bahar tomurcuklarını sayacak, her gün güneşi doğuracak, isteyip de yapamadıklarını eyleme dökecek şansta, yaşta, zamanda…
Şimdi üzerinden yıllar, pandemi, ekonomi, savaş ve seçimler, günlerce düşünceler, atölyeler, sempozyumlar, yeni uğraşlar, tatiller ve en önemlisi insanlar ve sohbetler geçtikten sonra, elimde kalan o eski fotoğraflara bakıyorum yine.
Babam, teyzem, ananem… Solup gittiler kendi yerlerine yangınlarını, boşluklarını bırakıp. Onlarla planlanan onca yaşamı da beraberinde götürüp, yavaşça yeni yollara sevk ettiler bizi. Bilmediğimiz patikalarda yol almamız gerek artık. Yeni tümsekleri aşmamız, başka gün doğumlarına uyanmamız, güneşi değişik yollarda batırmamız gerek. İnsan niye var ki, alışmak için…
Sonrası geleni kucaklamak, bu arada neşeyi ve sayılı günün keyfini ve anlamını unutmadan yaşamak sanırım. Yapmaya çalıştığım….
Şimdi biz kendini besleyebilenler, yani, kelime anlamı ile çatalı ağzına denk getirebilenler, dünya dertlerine kafa yoruyoruz. Siyasete, eğitime, gıdaya, ekonomiye, dünyanın gidişatına, çocukların gelecekteki mesleklerine…
Kendimizi beslemeyi bırak, bir büyüğümüzü beslememiz gerektiğinde, dünya dertleri nasıl da küçülüyor oysa!
Durup, kendimizi beslemeyi beceremediğimiz yaşları görme şansımız olursa derdimizin ne olacağı veya bizi beslemek durumunda kalan şahane yüreklerin ne dertleri olacağını düşünüyor muyuz?
Belki de dünya derdi dediğimiz şeyi yanlış yorumluyoruz? Ne derdiniz?
Belki de iyi insan olmak kavramı, dünya derdinden başka bir şeydir? Belki sadece iyi insan olmak, dünyanın derdini çözmeye yetecektir … Durup, düşünmeye değmez mi?
İnsan hayatının nasıl değişebileceğine dair aklıma üç yol geliyor.
1. Aniden. İstemsizce. Plansız. Kaza gibi. Hastalık gibi. Aşk gibi -ki bir anlamda hastalık da denebilir-.
2. Planlı. Uzun dönemde uğraş gerektirir şekilde. Tuğla tuğla örerek. Çaba ile.
3. Büyük planın bir parçası ile. Elde olmayan sebeplerle. Müdahale edilemeyen. Göre göre. Çaresizce.
İlk ve üçüncü arasındaki fark, birinin aniden olması, diğerinin zamana yayılması denebilir. Öyle ki, ilkinde daha kişisel bir gayrete açıklık vardır. Oysa diğeri göstere göstere gelmesine rağmen elden gelen çabalar genelde anlamsızdır. İlki anî, diğeri yavaştır. Her ikisi de olumlu ya da olumsuz olabilir.
Benim kurumsal hayatı defedip, Ege kasabası sakinliğine ermem ikinciye örnek olabilir mesela.
Babamın diğer evrene anî göçü, hepimiz ama en çok annem için ilk gruba giriyor bu durumda.
Ülkenin içinde bulunduğu kabus ise üçüncü için güzel bir örnek.
Hayat seçimlerden, seçimler olanaklardan, olanaklar tesadüflerden, tesadüfler ise bilmem neden gerçekleşiyor? Sahi biz kendi seçtiğimiz hayatın kölesi miyiz? Ne dersiniz?