
Sabah erken saatlerde şehrin burjuvazisinin yerleşkelerinde işe doğru yürüdünüz mü? Yürüdüyseniz siz de akşamdan kalma sokakları, görevini tamamlamanın rehavetiyle kepenklerin ardına saklanmış çığırtkan vitrinleri, sabahın ışığıyla sönükleşmiş parlak lambaları görmüşsünüzdür.
Daha birkaç saat önce son model araçlardan inen, kuaför kaçkını saçları, parlak boyalı yüzleri ile kahkahalar atan mutlu kadınların yerini; belli ki daha sabahtan yorgun, uyku mahmuru, yüzünde boşvermişlik okunan şehrin işçi kadınları alır. Sokaklar çöpten sızan suya ve kokuya bulanmışken, bir yandan da yeni doğan taze güneş ışınları, baharın kokusu, sabahın umudu, güngörmüş binaların kalenderliği eşliğinde süpürür kaldırımları.
“Prenses ve Kurbağa” çizgi filminde Tina’nın annesiyle beraber, Charlotte’un evinden kendi evine gittiği bir sahne vardır. Zenginden fakire, üst tabakadan alt tabakaya geçişi, çizgi film naifliği ile anlatır. Bu filmi çocuklarımla, özellikle kızımla beraber seyretmeyi, hakkında konuşmayı çok seviyorum. Her ne kadar prensi bulmak için kurbağanın öpülmesi gerektiği 🙂 kurgusuna sahip olsa da; çalışan kadın olmayı, amaca ulaşmak için çok çalışmak gerektiğini ve farklı kadınları anlattığından seviyorum bu çizgi filmi. Eğlenceli kurgusu ve şarkıları ile keyifli zaman geçirten bir film.
Şehrin emekçisi olmak zordur. Efendi köydeki gibi doğa değil, teknoloji ağırlıklı kalabalık bir ordudur. Şehirde yaşamak zordur ama kendi sınırlarını iyi belirleyenler için bir nebze daha kolaylaşır. Bunun için yol kurbağalar için prens olmak, diğerleri için de prens olan kurbağaları öpmek değil; o derede özgürce ve kendi olarak yüzebilmekten geçer.
Bir sabah, harika bir müzik eşliğinde evden işe yürürken Nişantaşı sokakları beni buralara götürdü işte….
Güzdüz Vassaf’ın dediği gibi; bir şehri yaşamak için sokaklarında yürümek, içine karışmak gerekmiş…
Şehrin kokusu sindi üzerime… Umuduyla birlikte….