Elif Şafak : Havva’nın Üç Kızı

Gündemden kopayım dedikçe, gündem burnumun dibinde bitiyor. Aslında kaçmaya çalışmıyorum, ama ne yalan söyleyeyim, bu aralar pek içimden gelmiyor olan biteni takip etmek. Bakıp geçiyorum ve kendi gündemimdeki minik telaşlarla yaşayıp gidiyorum. Yine de aradan başını uzatan sürprizlerle kafamın içindeki dumanlı dağların tepesinde buluyorum kendimi bazen.

Elif Şafak’ın Havva’nın Üç Kızı romanı işte beni ucu gündeme bağlanan yollara çıkarak sürprizlerden biri oldu. Çok sevdiğim bir abim ve ablam kitabı hediye ettiler bana. Ben de bir çırpıda yuttum elbette. Elif Şafak’ın kişiliğinden bağımsız olarak tarzını seviyorum. Pek çok kitabını okudum. Çağdaş Türkiye romanları arasında beni doyuran ve düşündüren yerleri var hikayelerinin. Anlatım tarzını da gayet başarılı buluyorum doğrusu. Eğer önyargılı bir duruşunuz varsa, buna rağmen bir şans verin derim.

0000000698812-1

Gelelim romana. Günümüz Türkiye’sinde, kafası kelimenin tam anlamı ile çorba bir kadın. Yetiştiği çevre ve ailesi Türkiye mozaiği. Bir roman olmasından mütevellit, tüm renkleri bir arada bulundurabilen bir desen. Annesi tarikata, babası solun derinine dalmış. Abileri bu iki uçtan tam olarak nasibini almış. Kendisi arafta, kararsız bir noktada hayata karşı. Kendini yakın bulduğu babası sebebiyle, varoluş noktasını eğitim olarak belirlemiş. Aynen benim gibi yaşamının bir yerinde İngiltere’de bulunmuş. Tam da şimdi, Türkiye’de, 3 çocuklu, varlıklı bir anne, eş, kadın. Bir akşam davetli olduğu bir yalıda, Türkiye’nin yeni zenginleri, sözümona entellektüelleri, topluma önderlik edebilme potansiyelleri olan ama bunu her an etrafımızda gözlemleyebileceğimiz gibi kendi çıkarları için kullanmayı tercih etmiş kalburüstüleri ile bir yemekte, kocası ve kızıyla beraber. Kitap yemeğe gidişleri ile başlayıp, yemekle beraber son buluyor. Arada Oxford’daki üniversite yıllarına giden düşünceleri ile bize kendini anlatıyor Peri. Bu arada Havva’nın diğer kızları olan dini bütün bir müslüman Mona ve dine tümden küsmüş bir deli fişek Şirin ile tanışıyoruz. Bu üç kızı birbirine bağlayan ve Peri’nin arafını keskin çizgilerle belirleyen profesör Azur ile bir de.

Kitap Tanrı kavramını, günümüz Türkiye’sindeki sosyal ve ailevi olgular çerçevesinde, üstelik bir kadının bakış açısı ile yorumlaması ile oldukça ilgi çekici. Her ne kadar abartılı durumlara kaçmış olsa da, bunlar yaşadıklarımızı keskinleştirmekte epey işe yarıyor. Bence tam da şu günlerde okunması iyi gelecek, bakış açınızı netleştirmekte işe yarayacak, içinde bulunduğunuz toplumu anlamada başka bir pencere daha gösterecek bir roman. Tavsiye ederim…

Taşınma

Son 20 yılda 15 ev değiştirdim. Taşınmayı seviyorum. Yeni evimi hemen benimsemek en sevdiğim özelliklerimden. Sanki ömrümün sonuna kadar bu yeni evimde yaşayacakmışım gibi hissederken, bir yandan da her an taşınabilirmişim gibi davranabiliyorum. Bu da taşınmayı zevkli ve heyecanlı bir hale getiriyor. Yine öyle oldu.

Eşyaları kolilemeye 1 ay kadar önce başladık. Bu süreç evdeki fazlalıkları ayırmamızı sapladı. Fakat işin aslı, taşınma sonrasında hala son derece fazla eşyaya sahip olduğumuzu keşfettik. Sonraki aşamada bunlardan kurtulmanın yollarını bulmamız gerekecek. Fazla eşya demek, insanın günlük ritmine de, ruhuna da zul demek doğrusu.

Taşınma işi 2 gün dürdü. Şehirlerarası taşınma konusunda bir kaç referansa sahip birilerini tercih etmenizi öneririm. Pahalı olanlar iyi diye bir şey yok inanın. Biz doğrusu bu konuda şanslıyız. Belki de beklentilerimizin düşük olması ve taşınmaya karşı bakış açımızdan kaynaklanıyor bu durum, bilemiyorum. Yorucu ama son derece heyecanlı bir süreçti bizim için.

Sabah İstanbul’daki evimizde onlarca kolinin ortasında uyandık. Öğlene kadar kah kolileri organize ederek, kah komşularla vedalaşarak, hüzünle karışık bir heyecan içinde geçti. 7 saatlik bir yolculukla önce çocuklara, sonra da yeni yuvamıza kavuştuk. Çocukları 10 gün öncesinden göndermiş olmak iyi bir fikirmiş. Eğer bu imkanınız varsa, işiniz kolaylaşır. Öte yandan, onların evleri, komşuları, mahalleleri ve çocuklukları ile vedalaşamamaları, bu taşınma anını yaşayamamaları eskiyi bırakmaları konusunda biraz sıkıntı yaşatabilir. 5 yaşındaki oğlum hala İstanbul’daki evini özlüyor ve zaman zaman oraya gitmek istiyor. Kafasında yerleşik hali ile duruyor orası. Bu anlamda taşınmanın fiziki hali, vedalaşmanın mührü olarak faydalı olabilir.

O gece ilk kez saat 1’de gördüm yeni evimizi. Bomboştu. Bir minik bahçesi ve kocaman bir verandası vardı. Gecenin içinde, binlerce yıldıza, gürültücü cırcır böcekleri ve kavgacı köpek havlamaları eşlik ediyordu. Tüm bu aura, beni huzurla dolduruyordu. Hayallerimin gerçeğe dönüştüğü andı bu. İçim heyecanla kıpır kıpır, vücudum ise yorgunluktan bitkin haldeydi. Gece 2’de eşyalar geldi. Hem nakliyeciler, hem biz çok yorgunduk. Sonuçta saat 4’te tesadüfen verandada bulunan bir minderde eşimle sarılmış halde uyuyakaldık. Gecenin içinde. Gökyüzünün altında. Kapı pencere açık, eşyaların yarısı evde, yarısı onlara uyuyarak eşlik eden nakliyeci arkadaşların olduğu kasada. Bence bundan sonraki hayatımızın beklenmedik, rahat, içimizden geldiği ve belki de aslında olması gerektiği gibi geçeceğine dair ilk işaret buydu. Hayatımdaki en huzurlu uykulardan biriydi o 4 saat…

Sabah 8’de eşyaların geri kalanı eve taşınırken, biz de bir yandan yerleşmeye başladık. 1 ay geçti üzerinden o günün. Bu sürede bir dolu sevdiğimiz insan bizi ziyarete geldi. Biraz eğlendik, biraz dinlendik, biraz da kolileri açıp evi yerleştirdik. Son bir haftadır ailecek başbaşayız. Hala şaşkın, hala bunu yaptığımıza inanamaz haldeyiz. Sanki yıllardır burada yaşıyormuş gibi hissediyoruz genelde. Bazen de daha dün gibi geliyor.

Binalarla sarılı olmak, benim gibi çocukluğu sonsuz bozkırda geçen biri için bile, artık yakına odaklanmayı öğretiyormuş insana. Öğrenilmiş bir çaresizlikle sadece bahçedeki ağaca, en yakındaki eve, kumsala bakıyor insan. Yavaş yavaş kaldırıyor kafayı. Bahçenin ötesindeki çeşmeyi keşfediyor, sokağın ucundaki evi, tepedeki bulutu, güneşin batışını, denizin enginliğini, gökyüzünü, yıldızları görüyor. O zaman bir kez daha anladım ki, insanın kendine ve çocuklarına verebileceği en güzel şeylerden biri sonsuzluğun hissettirdiği özgürlük duygusu. Bunu öğrenmek değil de, içinde bir yerlerde hissederek büyüyebilmek ne güzel. Bu kararı almamızdaki sebep, belki de hem benim hem de eşimin çocukken yaşadığı o sınırsızlıktı. Bakış açılarımızda engellerin olmaması. Kafayı kaldırdığımızda gördüğümüz dağlar, kırlar, bulutlar, yıldızlar, bozkır, orman… Bir ayın sonunda içim huzurlu bir kıpırdanışla yeniden canlanıyor…

Taşınma Öncesi Çocuklar

İstanbul’dan bir aşamada taşınacağımızı biliyorduk, fakat hep çocukların lise dönemlerini bitirmelerini bekleyeceğimizi düşünürdük. Bir kızımız (6,5) ve bir de oğlumuz (5) var bizim. Kızımız 3 yaşında okula başladı. Kreş, anaokulu derken ilkokul 1. sınıfı bitiriyor. Oğlumuz ise okula hiç başlamadı. “Okul ve okulsuzluk” … Neyse!

Temposu daha düşük, zamanın hakkının verildiği bir yaşam tarzı, bizim ruhumuzun dinginleşmesinden ziyade, çocuklarımızın kendilerini keşfetmeleri, çocukluklarını hakkıyla yaşamaları için önemliydi. Son çıkıştan kendimizi sahile atmaya karar vermemizin bir sebebi de buydu ya!

Çocuklarda günlük düzene çok önem veriyorum. Neler yapacağımızı ve nasıl yapacağımızı önceden bilmeleri, belli bir sıralama ile günlük hayatlarını düzene koymaları, daha sakin, daha bilinçli ve daha mutlu olmalarını sağlıyor. Özellikle zamanın her anının planlı olması gereken büyük şehirlerde, bu düzen oldukça önemli. Kısıtlı zamanı nasıl geçireceklerini bilmeleri, iç dinamiklerini de ayarlayabilmelerini sağlıyor. Kendilerini yaşamın gürültüsü çinde güvende hissediyorlar. Oldukça da yoğun bir yaşam trafiğimiz var İstanbul’da. Bu şekilde yaşayan çocuklarımızı taşınma konusunda önceden hazırlamamız elbette gerekliydi. Çünkü bu taşınma, günlük düzenin tamamen değişmesi, farklı bir akışla hayatımızı yaşamamız anlamına geliyor.

Düşünceler kafamızda ilk filizlenmeye başladığı zamanlarda bir fikir olarak bu durumu söyledik. “Nasıl olur böyle bir taşınma?” diye fikirlerini almak istedik. Kızım okul arkadaşlarından ve öğretmeninden ayrılmak istemediğini söyledi. Fakat anne ve babanın hep evde olması, tüm eşyalarının da gelecek olması oldukça cazipti. Sonuçta hala arkadaş değil, aile çağında. Oğlum ise eşim zaten tüm gün evde olduğundan, bariz bir şekilde benim de evde olmamı tercih etti. İlk aşamayı kolay atlattık. Küçük yaşlar böyle radikal bir karar için daha avantajlı.

Geçen aylar boyunca orada yapacaklarımız, günü nasıl geçireceğimiz, yeni evimizin fotoğrafları, odalarını nasıl yerleştirecekleri gibi ayrıntıları konuştuk ara ara.

Birkaç hafta içinde taşınmış olacağız. Çocuklar da en az bizim kadar hazır ve heyecanlı. Sanırım süreci çocuklar açısından zamana yaymak ve neler olacağı konusunda onları bilgilendirmek işe yaradı. Önümüzün uzun bir tatil dönemi olması da yeni hayatımıza alışmamızı kolaylaştırcak diye düşünüyorum.

Son Demler

Bir anda gitmeye karar verip, pılıyı pırtıyı toplamak her ne kadar cazip ve kolay olsa da; yavaş yavaş gelişen bir sürecin de kendince avantajları var. Hem ruhu hem de eşyaları hazırlamak için yeterli sürenin olması mesela.

Planımızdan haberdar olan bazı arkadaşlar, “daha gitmediniz mi siz?” diye soruyorlar. Moral bozucu bir yanı var bu sorunun. Sanki söyleyip söyleyip yapamamış gibi hissediyor insan. Oysa çocuklarla yaşam şeklini tam anlamı ile değiştirmek çok da kolay bir süreç değil. Belli bir standardı oluşturmuş olmak gerekli. Bir miktar para ve üzerinde bol bol konuşulmuş, kurgulanmış hayaller ve planlar gibi.

Sürecin tam da bu aşamasındayız. Bir işi halledip kenara koyup, sıradakine geçemiyor insan. Bir yandan para pul işlerini halletmeye çalışırken, bir yandan da çocukların heyecanını körükleyip, beklentilerini gerçeğe yakın bir düzeyde tutmaya çalışıyoruz.

Evimizi kiraladık. Boyandı. İstanbul’daki evimizi kiraya verdik. Kontrat tamam. Eşyaları ayrıştırmaya başladım. Götürmeyeceklerimi ayırıp, verilecek yerlere gönderiyorum. Kitaplar kolilerde. Arkadaşlarla veda geceleri düzenliyoruz. Sanırım en zevkli kısımlardan biri bu. Tahminimden daha ciddiye alınıyor bizim taşınma işi:) Biz sanki tatile gidiyoruz havasındaydık oysa. Çocuklar gün sayıyorlar. Onlar hala tatil havasında. Ama bir yandan da geri dönmeyeceğimizin bilincinde, kendilerince vedalaşıyorlar etrafla. Jimnastik öğretmenleri ile vedalaştılar örneğin. Onu yazın gelmesi için davet ettiler.

Eminim yetişmeyen şeyler olacak. Ama amaç zamanı farklı bir hıza getirmek değil mi biraz da. Yavaş, sakin, huzurlu, telaşsız bir yaşam.

Nereye Gidelim?

Nereye yerleşeceğimize karar verirken pek çok seçenek eledik. Öncelikle ne istediğimize karar vermemiz gerekiyordu. Ve elbette ne istemediğimize. Sonra buna uygun yerleri araştırıp, artı ve eksilerine göre karar verdik.

Bu, elinize kağıt kalem alıp değerlendirme yaptığınız bir süreç değildi. Yine de bir gün eşimle Beyoğlu’nda bira içerken, çantamdan kalem ve defterimi çıkarıp, tam bir beyaz yaka kafasıyla, swot analizi yaptığımızı da hatırlıyorum mesela. İstanbul’da kalmak mı, başka bir şehre yerleşmek mi, yurtdışı mı diye ince ince maddelemiştik düşüncelerimizi. Tahminimizden daha çok maddeyi bir şekilde düşünmüş ve değerlendirmiş olduğumuzu keşfetmiştik o gün.

Biz her ne kadar doğal beslenmeye gayret etsek de, yiyecek yetiştirme hevesinde olan veya organik gıda konusunda aşırı ciddi bir aile değiliz. Doğayı çok sevmek ve öneminin farkında olmakla beraber, yeteri kadar tanımıyoruz. Bu nedenle köy yaşantısı yerine küçük bir şehir veya bir ilçe bize daha uygundu.

Bu noktadaki seçeneklerimizi değerlendirirken, ne kadar küçük de olsa bir şehrin, sadece sorunlarımızı küçülteceğini farkettik. Öyle ya, gelir anlamında ihtiyacımız azalmakla beraber, çalışmak zorunda olmadan bir şehirde yaşamak epey zordu.

İlçeler ise, büyük köyler, küçük şehirlerdir. Eşim de, ben de çok gezen memur ailelerde büyüdüğümüz için bu konuda az çok bir fikre sahiptik. O nedenle ilçenin dışarıdan, özellikle büyük şehirlerden göç alan bir yer olması önemliydi. Yoksa o topluluğun içine girmek zorlu bir süreçtir. Çocuklar olmasa bizim için yalnızlık keyifli bile olurdu da, çocukların sosyalleşme ihtiyaçlarını gidermek önemliydi.

Bir diğer konu da okul mevzusu elbette. Biz bu fikri yeşertmeye başladığımızda çocuklar okul öncesi dönemdeydi. Tüm kararlar, ayarlamalar derken kızımız anaokulu sürecini bitirip, 1. sınıfa başladı. İstanbul’daki süreç, sanki gitmeyecekmişizcesine işledi (güzel Türkçem ya, ne harika bir dil). Fakat oğlumuzun hiç okula başlamaması şansımız da oldu.

Sonuçta, dışardan göç alan, gelişmeye açık, yazları epey kalabalık, kışları ise dışarıdan aldığı göçle de bağlantılı olarak kültürel anlamda faal, çağdaş bir yapıda, sosyal yönden başarılı bir kaç okula sahip; üstelik de tanıdığımız kişilerin olduğu bir ilçeye karar kıldık.

Bu aşamada ilçenin neresinde yaşayacağımız, evi alacak mıyız, kiralayacak mıyız, nasıl bir ev olacak, kışın ısıtması, komşular, okul ve öğretmen, ulaşım, sosyal faaliyetler gibi konuları hem gidip görerek, hem de ciddi sosyal medya iletişimi sayesinde araştırdık. Hummalı bir kış olduğunu söyleyebilirim karar sonrası sürecin.

Evet, artık kiraladığımız bir evimiz, bir kaç okul alternatifimiz, taşınma planımız ve en önemlisi çocukları psikolojik olarak hazırlama evremizi tamamladık.

Yolun kendisi de, gidilecek yer kadar güzel olabilir. Yolculuğa şans verin…

Karar Aşaması: Gitmeli mi?

İlk aşamada İstanbul’da çocukların eğitimi bitene kadar kalırız diye düşünüyorduk. Henüz çocuğumuz bile yoktu. Yoğun işlerimiz, trafikte geçen hayatlarımız, güzel hayallerimiz vardı.

İnsana “gitme” hissi nasıl doğuyor ve yerleşiyor bilemiyorum. Bende yoktu en öncesinde mesela. Kafamda Amerikan filmlerinden kalan metropol yaşantısını, renkli özel sektör hayatı ile harmanlamıştım. İşim, dönemin en cafcaflılarından idi. Eğitimini aldığım, hayal ettiğim ve üstüne sevdiğim bir mesleğim, işim vardı. Ama sıkıldım. Valla sıkıldım.

Özel sektör insanın zamanını, ruhunu, hayallerini alıyor. Bunun karşılığı olamaz. Para hele, hiç olamaz. Ne yazık ki sistem, içinde belli bir standardı yakalayacak ama dışına çıkılmasına imkan verilmeyecek şekilde dizayn edilmiş. Dışına itilirsiniz veya bu standarttan vazgeçersiniz. Başka yolu var mı emin değilim.

Bizde ikisi birlikte işledi bu sürecin. Biraz dışına itildik sistemin. Bunu bir fırsat bildik ve sistemi tekrar zorlayıp içinde kalmaktansa, dışına doğru yol almaya karar verdik. İki çocuğumuz olduğu için de bir anda standartlardan vazgeçmek yerine, zamana yayılan bir hazırlık süreci geçirdik. Bu durum, hem çocukların önümüzdeki hayata yumuşak geçişlerini sağladı, hem de bizim bazı hazırlıkları yapabilmemize olanak tanıdı.

Şimdilerde sürecin sonlarına geldik. Hazırlıklar hızlandı. Heyecanımız arttı. Bizimle birlikte ailemiz ve arkadaşlarımız da geri sayımda. Bir kaç ay içinde yeni hayatımıza başlamış olmayı umuyoruz.

Hayallere Doğru

Plazadan çıkıp, sahilde almak soluğu… Havasız camlara değil, pırıl pırıl denize bakmak. Sabah istediğin saatte uyanmak ve dahası günü istediğin gibi kurgulayabilmek… Bu günlerde bunu yapabilmek çoğu kişinin hayali değil mi? Bizim de hayalimizdi. Uzun yıllardır. Bir keresinde bir girişimde bulunmuştuk hatta. O zaman ülke sınırlarını da aşmıştık. Olmadı. Biraz ondan, biraz bundan dolayı. Az bir zaman sonra bu hayali gerçekleştirmiş olmayı umuyoruz.

Bir dolu blog okudum. Bir şekilde gitmiş, gidebilmiş. Yeni bir hayat kurmuş, kurabilmiş. Bana yol gösterdi, yönümü tayin ederken yardımcı oldu bu insanlar ve yazdıkları. Ben de sürecimi paylaşmak, gitmeyi hayal edenlere bir omuz verebilmek için yazmak istedim.

Her insan evladının, ruhunu tanıyıp, kendini sevip, hayalini yaşayabilmesi dileğiyle…

Prenses Eteği ile Araba Lastiği

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Kaf Dağı’nın ardında bir minik kasaba varmış. Yemyeşil kırları, rengarenk çiçekleri, tatlı hayvanları ve mutlu insanları ile biricikmiş bu kasaba.

Kasabanın mutlu insanlarının yarısı çok güzel prenses eteği, diğer yarısı da müthiş araba lastiği yaparlarmış. Ülkede yaşayan tüm insanlar prenses eteklerini ve araba lastiklerini bu güzel insanlardan alırlarmış. Kasabanın insanları neşe içinde etekleri diker, şarkılar söyleyip, dans ederek araba lastiklerini üretilermiş.

Sarı, mavi, kırmızı, yeşil, siyah, pembe, mor, lacivert etekler… Tüller, pamuklular, ketenler, yünler, şifonlar, danteller uçuşurmuş etrafta. İnce, kalın, büyük, küçük, geniş, dar, şekil şekil ve rengarenk araba lastikleri yuvarlanırmış sokaklarda. Herkes mutlu, herkes neşeli imiş. Gel zaman git zaman herkes alışmış işine, unutmuş hevesini, heyecanlanmaz olmuş yaptığı işten. Hep aynı lastikleri yapmaya, hep aynı etekleri dikmeye başlamışlar. Yaptıkları işten zevk alamaz olmuşlar.

Günlerden bir gün bir adam gelmiş kasabaya elinde bir lastikle. Minik, mavi bir lastikmiş bu. Demiş ki ustaya “bunun içi delik, hava alıyor” ! Usta şaşırmış. O güne dek hiç bir lastik bozuk çıkmamışmış. Almış bizimkini bir düşünce. Toplamış diğer ustaları, başlamışlar istişare etmeye. Düşünmüşler, taşınmışlar, bu işin içinden çıkamamışlar.

Onlar lastikle uğraşadursunlar, bir kadın, elinde kırmızı bir şifon etekle, terzinin dükkanının önünde bitivermiş. “Bu eteğin dikişleri patladı, boydan boya yırtıldı, bozuk bu bilesiniz basbayağı” diye veryansın etmiş. Terziyi almış bir düşünce. O güne kadar hiç karşılaşmadıkları bir şeymiş bu. Ne yapacağını bilememiş. Toplamış diğer terzileri, başlamışlar istişare etmeye. Düşünmüşler, taşınmışlar, bu işin içinden çıkamamışlar.

Kasabada yaşayan iki çocuk varmış. Çok iyi arkadaşlarmış. Kızın adı Alisa, oğlanın adı Çınar’mış. Alisa ile Çınar daha doğarlarken, kasabanın yüzyıllardır süregelen terzilik ve ustalığının kadim bilgisi ile donanmışlar. İçlerinden gelen bu his öyle gerçek, öyle ısrarlı, öyle coşkuluymuş ki; karşı koyamıyorlarmış.

Ustalarla terziler sökük etekler ve bozuk lastikler sebebiyle artık üretemez olduklarında, bu iki arkadaş azimle başlamışlar yeniden etek dikip, araba lastiği üretmeye. Renk renk, çeşit çeşit etekler, değişik desenli, farklı ebatlı lastikler yapmışlar. Kasabanın meydanında minik tezgahlarında bu geleneği canlandırmışlar.

Onları gören terzilerle ustalar, anlamışlar ki yeni bir heyecan, yeni bir heves gerekli. Eline aldığın her iş, yeni demekti. Heyecan ve heves olmayınca güzelliklere emek verilmezdi. Emek olmayınca, eğlenilmezdi. Eğlenilmeyen işe gönül verilmezdi. Gönülsüz yapılan iş, işe benzemezdi.

Tezgahın etrafını sarmışlar. O günden sonra Alisa ve Çınar’la beraber mutlu mesut çalışmışlar.

Kasaba yeniden canlanmış. Etrafta rengarenk tüller uçuşmaya, çeşit çeşit lastikler yuvarlanmaya başlamış. Kahkahalar sarmış dört bir yanı, hadi çocuklarım şimdi uyku zamanı…

Durmak

Sadece duruyorum bu sıralar. Çocuklarıma sarılıyorum ve susuyorum. Düşüncelerim dile gelmeye korkuyor. Dilim söylemeye ürküyor. Yüreğim sızlarken, hâlâ içimdeki o minik umuda tutunuyorum. Hâlâ…