İstanbul’da bir beyaz yaka olarak, reklam sektörü profesyoneli olduğum günlerde (söylemesi bile garip geliyor şimdi) evde olmayı hayal ederdim. Tüm gün ve ertesi gün ve daha ertesi gün… Zamandan bağımsız olmak nasıl da iyi gelir kimbilir diye düşünürdüm. Belki işimin sürekli saniyelere ve net tarihlere bağımlı olmasındandır bu özlem bilemiyorum.
Sonra Ege’de, sahilde bir kasabaya taşındık. -Söylemesi bile harika geliyor hâlâ ☺️- Zaman bizi bağlamaz oldu çoğunlukla. Zamanla sınırımızı çocukların okulu kadar, mekanla ilişkimizi ise hangi koyda güneşi batıracağımız kadar çizdik.
Yaz tatilleri ise boşluğa dünyanın en harika resmini çizmeye benziyor bu durumda elbette. Süresini keyfî belirlediğin kamplarla, günleri karıştırmayı umursamadığın tarihler…Şimdi evde olmak bu yüzden ne garip, ne de zor geliyor ve elimiz ayağımıza dolaşmadan yaşıyoruz. [Ama çalışmak zorunda olan, çalışamadığında ekmek bulamayan, risk altındaki insanları anlamaya çalışıyorum ki; insanın çaresiz bir öfke içinde kalması demek bu.]
Evdeki zorunlu ve gerekli kalış süresince kitaplar, filmler, hobiler kadar, insanın kendi yalnızlığı ile barışık olması da çok işe yarıyor. Boş boş göğe bakmak, yere serilip çocuklarla sohbete dalmak, sabah yatak keyfini uzattıkça uzatmak…

Elimdeki kitap @arkadya_kitap ‘ın rengarenk kitaplarından biri. Edebî değeri hakkında yorum yapmak pek gerekmez bence, ama güzel vakit geçirmek, merakla bir çırpıda okumak için güzel bir alternatif. Böyleleri de uzun geçen günlerde gerekli bazen. Kitaptan aklımda kalan tek düşünce, Amerika’yı en adî yöntemlerle ele geçiren Avrupalı beyaz insan, yerel tüm ırklara yaptıklarını, kendilerinden farklı olan tüm diğerlerine de çekinmeden uzun yıllar -hatta hâlâ- yapmışlar. Çinli, kızılderili, ermeni, yahudi, müslüman, Hintli ve dahası, dahası… Beyaz, Hristiyan, erkek…
Sadece onları kendine getirecek bir virüs gelip dünyaya yayılsa nasıl olur acaba?