Hani derler ya her insanın, her hayatın bir hikâyesi var diye! Yok aslında! Anlatılmayan her hikâye çürüyen bedenle, hatırlanmayan her anektodla beraber ölmeye mahkûm. İnsanın da, hikâyenin de anlatılmaya ihtiyacı var. Acı mı? Öyley olsa da gerçek!
Hikâyesi olmayan hayatlar, ıspanağa benziyor. Yıkanmış, suyu süzülmüş ama tatlandırılmamış. Tuzu, yağı, baharatı eklenmemiş. Hatta kavrulmamış bile. Suyunu salmamış. Helvelenmemiş. Tadına varılmamış. Olmamış, olamamış…
Benim bir hikayem var. Bunu anlatmaya zamanım var. İmkânlar olanaklı. O zaman anlatılmalı. Dilimin kemiğini elime almam, zamana uyup klavyenin tuşlarına vurmam, demini almış bir tavşan kanı çayı buna hazır olan, tadına varabilecek, keyfini çıkarabilecek olana sunmam, üstelik bundan da büyük zevk alabilmem gerek. Hayatımın o noktasında, zaman ve içimde demlenen o kadın elverirken, yapmam gerek.
Yazmak, hikayeni evrene salmak demek.
Yazmak, anlatılmayı hakettiğine inandığın o şeyi bırakabilmek demek.
Yazmak, yazabiliyorken, bunu yapma hakkını, bu fırsatı kendine tanımak ve aynı anda yüzleştiğin şeytanlarınla barışabilmek demek.
Yazalım o halde…
Ben çocukken çiçeklerin kokularının renklerinden daha önemli olduğunu, anıların insanın beynine kokularla vurduğunu, üstelik bunun da insanın zihnine ansızın gelmek gibi bir deli huyunun olduğunu bilmezdim. Büyüdüm, öğrendim… Peki siz?