Sosyal Medya

Bugün ben instagram’da fotoğraflara bakarken, oğlum başkalarının ne kadar da güzel hayatlar yaşadıklarını iyice öğrendiğini ve başka bir şeye bakmak istediğini söyledi. Sosyal medyanın bilgi edinme, haberleşme, ticaret gibi pek çok işlevinin yanısıra, esas anlamının bu cümlede gizli olduğunun farkındayız, değil mi? Başkalarının hayatlarını gözetlerken, onlardan daha anlamlı ve özenilesi hayatlara sahip olduğumuza ikna olmak. Yetmez, onları da buna ikna etmek. Giderek artan bir takipçi sayısına paralel tatmin olmak. Bu arada zamanımızı, enerjimizi, gerçek hayatın anlamlı anlarını kaçırmak.

Bazen dikiş videoları izlerken yaşadığım başarma hissi, aslında elimde bir ürün olmadığını farkettiğimde hızlıca hüsrana dönüşüyor. Aynı durum yemek ve pasta videolarında da oluyor. Hatta çocuk eğitiminde, kitap eleştirisinde, tatil rotası seçiminde. Çocukların eğitiminde bildiklerimi uygulayamadığım, o kitapları okumayadığım ve o tatilllere çıkamadığım yüzüme çarpıyor. Üstelik bunların olmama nedenlerinin başında da zamansızlık geliyor. Kötü zaman yönetimi değil, hayata ayırmam gereken zamanın sosyal medyadaki içeriklere harcanmış olması gerçeği. Bunu yıllarca medya planlaması yapmış, sosyal medya analizlerine ve pazarlama şifrelerine kafa patlatmış bir iletişimci olarak benim yapmam daha da manidar değil de ne? Peki çözüm?

Çözüme gelmeden bunları sorgulamaya beni iten şeyin oğlumun sözleri değil, bu esnada tükettiğim içerik olduğunu söylemem gerek. Başkalarının hayatları kısmında, başka ülkelerin, başka yüzyılları, başka dertleri, muhtemel daha iyi gelecekleri ve bunun pek de farkında olmamaları gerçeği kıskançlık damarlarıma baskı yapıyordu gözümün önünden geçen videolarda. Kendimce son derece uğraşılmış ve beni hem mutlu, hem de tatmin eden ‘şahane’ hayatımın aslında coğrafya gereği bir zaman kırılmasına kurban edilebileceği fikri ürkütücü geliyor. Daha da fenasına şahit olduğum zamanlar ise sinirlenmek ile vicdan yapmak arasında sıkışıyorum. Şükretmek, epeydir kabullenmek anlamına geldiğinden ve bu kadarına razı olmanın çocuklarım ve umudum adına yapılacak büyük bir haksızlık olduğuna inandığım için pek geçerli değil artık. Umarım çelişkiler yumağının içimde uyandırdığı rahatsızlık ve çaresizlik hislerini anlatabilmişimdir. Zira benim gibi düşünen çok insanın olduğuna ve bu güruhun giderek sinirlenmeye veya bu hisleri yok saymaya doğru gürül gürül gittiğini gözlemliyorum.

Bakalım sosyal medyanın başka ne işlevleri var? Harcadığımız zamanın kontrolünü ele aldığımızda ve içerik kontrolünü başardığımızda görür müyüz dersiniz? Bence çözüm bu cümlede yatıyor.

Netflix ve Jane Austen

Jane Austen en sevdiğim yazarların başında geliyor. Kadının bırak kitap yazmayı, adının dahi anılmadığı, sosyal sınıfların varlığının iliklere kadar hissedildiği, evliliğin kadın için tek amaç, kadının ise erkek için sadece şehvet aracı olduğu bir feodal dönemde, Jane Austen evlenmeyen bir kadın yazar olmayı başarıyor. Üstelik de fikirleri, istekleri, planları, yaşama karşı bir tavrı ve hemen her ortamda söyleyecek bir sözü olan kadınları yazıyor. Asi ve özgür kadın imgesi, romanlarındaki karakterlerde varlık buluyor. Kadının varlığının bu şekilde yazılması edebiyat tarihinde bir ilk. İlk kez bir kitapta kadın görsel bir imge olmaktan çıkıyor ve düşünen, kendi adına konuşan, isteklerini savunan bir kişiliğe dönüşüyor. Kitaplarının basıldığı 1800’lü yılların başından bu yana da fakir ama esaslı kız, zengin, gururlu ve içindeki iyiliği bu kız sayesinde keşfeden erkek kahramanlar, edebiyatı ve ekranı zenginleştirmeye devam ediyor. İyi ki…

Kitaplarından esinlenmiş veya uyarlanmış film ve dizileri sevmem de şaşırtıcı değil elbette. Dönem yapıtları da film, dizi, kitap farketmeksizin ilgimi çekiyor. Netflix de bu konuda epey materyal sağlıyor doğrusu.

Son dönemde Netflix önce Emma, sonra da İkna romanlarını filmlere uyarladı. Emma’yı Anya Taylor-Joy, İkna’nın ana karakteri Anne’i ise Dakota Johnson canlandırıyor. Her iki oyuncu da son dönemlerin başarılı ve popüler isimleri. Erkek karakterler içinse Johnny Flynn ve Cosmo Jarvis gibi pek de popüler olmayan -üstelik de klasik yakışıklı tanımına uymayan- isimler tercih edilmiş. Uyarlamalar da şimdiye kadar yapılanlardan farklı olarak konuyu işleyiş biçim olarak modern hayata uygun, ancak dönem olarak 1800’lü yılların seçildiği yapımlar. Bunun bir amacı da o yılların İngiltere’sindeki kostümlerin, doğanın, baloların ve malikanelerin çekiciliğinden yararlanmak olmalı, ki epey yerinde bir karar bana kalırsa. Bu şekilde konu daha çekici, anlaşılır ve akıcı kılınmış, karakterler günümüz izleyicisine yakınlaşmış, kadının, ilişkilerdeki ve toplumsal konumundaki varlığını kanıtlamak için geldiği uzun ve meşakkatli yolu da dikkatli izleyiciye gösterilmiş oluyor.

Öte yandan Netflix’in ırk eşitliği kavramını bir misyon olarak üstlendiği de bu tarz dönem filmlerinde kendini fazlasıyla kanıtlıyor. Zira dönem ve coğrafya itibariyle siyahi ırkın varolmasının imkansız olduğu konumlarda ekrana yansıtılması düşündürücü olduğu kadar sevimli de. Benzer durum iki başarılı sezonunu izlediğimiz başarılı bir Julia Quinn uyarlaması olan Bridgerton dizisi için de geçerli. (Pek yakında üçüncü sezon tanıtımını izleyeceğiz sanıyorum 🙂

Julia Quinn kitaplarından uyarlanan bir Netflix uyarlaması olan Brigerton 1. sezon
Brigerton dizisindeki siyahi kraliçe ve nedimeleri
Brigerton 2. sezon

Kavramlar kafa karıştırıcı olabilirler. Mesela 1920’lerde faşist ve komünist kelimelerinden anlamı ile günümüzdeki ne denli farklı! Kelimelere yüklediğimiz anlam, onların temsil ettiği kavramların hayatımızdaki yerlerini ve etkinliğini gösteriyor. Öte yandan başka bir dönemdeki farklı bir değerlendirme ile kavramların anlamının ne kadar değişebildiğini de biliyoruz. Bu durum ırkçılık için de geçerli. Günümüzün ırkçılığı daha ziyade ulus millet kavramına indirgenmiş durumda. Bu manada beyaz, eğitimli ve geliri/keyfi yerinde batılının henüz tam olarak ayırdığına varamadığı göç mevzusu da önümüzdeki dönemde dünyayı epey meşgul edecek gibi. Belki de yaygın medyanın yapmaya çalıştığı elimizdeki ırkçılığı tartışmaya ve başka bir gözle bakarak günah çıkarmaya çalışmaktır, kimbilir?

Jane Austen zamanımıza bir göz atsaydı, kadının çabasının işe yaramakla beraber, yolunun hala uzun olduğunu; insanlığın ise kavramların biçimi değişmesine rağmen aynı sığlıkta debelendiğini düşünürdü sanırım. Zira toprağın yerini teknoloji, siyahinin yerini göçmen, köylünün yerini işçi aldı. Kadın ise hala kadının yerinde!

Dönem filmlerini romantik komedi diye, Jane Austen kitaplarını da sığ aşk romanları diye görmemenizi öneririm. Zira içlerinde insana ve topluma dair pek çok düşünce var. Üstelik şahane kostümler ve nefes kesici manzaralar da muazzam bir keyif veriyor 🙂

Evler, kostümler, danslar, balolar, kır gezileri, piknikler dönem dizilerinin en çekici yanlarından.