Dün akşam #cankadınlarokumatoplulugu ile #KnutHamsun Açlık kitabını konuştuk. Kitap, geçen yüzyılın başlarında açlığı her hücresinde, tüm şiddetiyle yaşayan yazarın, bu deneyimi okura aynen ve şahane bir şekilde hissettirebilmesi diye özetlenebilir. Gururu, yaşam amacını, istekleri ve aşkı açlıkla sınamak nasıldır anlar insan kitabın sonunda. Bu, kitaba 1920 yılında verilen Nobel ödülünü de açıklıyor bir bakıma. Yazarın hayatı da yaşadığı coğrafyanın ve dönemin zorluklarının yansımasıdır adeta. Her türlü işte çalışıp yine de karnını bile doyuramamaktan, göçlerle kendine yaşam alanı yaratma çabasına, veremden dolayı eve ölüme dönerken iyileşmek, fakat ardından iki defa aynı şehirde, Oslo’da, açlıkla sınanmaya, kendince çıkış bulduğu faşizm belası yüzünden uzun ömrünün sonlarında kendi halkı tarafından izole edilmekten, hapsedilmeye… Buna rağmen kitaplarındaki muazzam içerik ve anlatım teknikleri ile pek çok yazarın gıpta ile baktığı eserlere imza atmak. Sanatçıların yaşamına ve eserlerine bakınca bizi kendilerine hayran bırakmalarının sebebi de bunca sıradışı olmaları değil mi?

(Nobel ödüllü, Norveçli yazar, 1859-1952)
Açlıkla sınanmak denilince aklıma yurtta kaldığım zamanlar geldi. İlkokuldan sonra gittiğim devlet yatılı yurdu, hayatımda iyi-kötü pek çok şeyi yaşamama vesile oldu. Tam anlamı ile açlık olmasa da, buna benzer bir yokluk duygusunun iliklerime işlemesi de bunlardan biri. Bir kere toplu yaşanan pek çok ortamda olduğu gibi kendimize ait yiyecek bulundurmak mümkün değildi. Mantıklı elbette.Öte yandan beslenmemizden sorumlu olan devlet ve okul yönetimi 11-17 yaş grubundaki gençlerin beslenmesinde şöyle bir menünün uygun olduğuna karar vermişti:
Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde margarin, bir yemek kaşığı gül reçeli, çay
Öğle: Bir kepçe kuru fasulye, bir kepçe pilav, hoşaf
Akşam: Bir kepçe kuru fasulye, pilav
Dilediğin kadar ekmek elbette. Malum milletçe hastasıyız ekmeğin. Ara öğün diye bir şey yok. Ertesi günün menüsü:
Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde yağsız beyaz peynir, bir yemek kaşığı zeytin, çay
Öğle: Patates yemeği, yayla çorbası, elma
Akşam: Patates yemeği, yayla çorbası

Bazen hafta sonları hem peynir, hem reçel, hem de haşlanmış yumurta olurdu. Reçel ve yağ olduğu günler daha iyi doyardık. Çünkü daha fazla ekmek yemeye elverişli bir menü. Sulu yemeklerin içine bir dilim ekmek atar, onu ıslatır yerdik. Patates yemeğini püre haline getirir ve ekmeğin üzerine sürerdik. Cuma ve cumartesi akşamları minik kantinimizde satılan bir kaç çeşit bisküvi ve çikolata içinde özellikle Tadelle’yi tercih etmemiz de bundandı. Çünkü ekmeğin arasında koyunca harika bir öğün olurdu. Şimdi bu yetişkin halimde aslında doymak için bulduğumuz çözümler pek acıklı ama akıllıca geliyor. Aferin bize.
Annem ve babamın bizden bir nesil önce yaşadıkları yurt deneyimlerindeki harika koşulların yarattığı anılara bakıyorum ve doğal olarak kendi deneyimlerimle karşılaştırıyorum. Garip bir tezat var. Biz ileriye gitmeliydik değil mi? Belki de bu nedenle o dönemde yurtta kalan bizlerin aileleri bu duruma hiç tepki vermediler. Onlar bizi devlete emanet etmenin rahatlığı ve devletin yüceliğini sorgulamanın akla dahi gelmemesinin sıradanlığını yaşıyorlardı belki de.
Sonra durumu gayet iyi olan çocukların çoğunlukta olduğu bir üniversite, şaşalı hayatların yaşandığı reklam piyasası, yurtdışı deneyimi derken, bu coğrafyanın da kendine has bir şekilde evlat kayırdığını anladım. Daha iyisi de var, daha kötüsü de. Fakat herkes bir yandan şanslı iken, bir yandan darbeyi almış. Yaralı ruhların şen memleketi burası. Acıyı bal eyleyenlerin yuvası. Kan içip kızılcık şerbeti diyenlerin, bir araya gelince otobanda arabayı durdurup göbek atanların coğrafyası. Ezmeye gelince ayaklar altına alıp çiğnediğimiz canları, yeri gelince ölesiye yüceltebilmeyi de başardığımız garipliklerin vatanı. Hafızası balığınkinden az belki ama, genlerine geçmişin dövme gibi kazındığı insanların yaşadığı kaf dağı burası.
Taa iskandinav yurdunda 100 yıl önce yazılmış açlığın, benim zihnimdeki gurultusudur ispatı iyi edebiyatın. Varolsunlar…