Knut Hamsun, Açlık!

Dün akşam #cankadınlarokumatoplulugu ile #KnutHamsun Açlık kitabını konuştuk. Kitap, geçen yüzyılın başlarında açlığı her hücresinde, tüm şiddetiyle yaşayan yazarın, bu deneyimi okura aynen ve şahane bir şekilde hissettirebilmesi diye özetlenebilir. Gururu, yaşam amacını, istekleri ve aşkı açlıkla sınamak nasıldır anlar insan kitabın sonunda. Bu, kitaba 1920 yılında verilen Nobel ödülünü de açıklıyor bir bakıma. Yazarın hayatı da yaşadığı coğrafyanın ve dönemin zorluklarının yansımasıdır adeta. Her türlü işte çalışıp yine de karnını bile doyuramamaktan, göçlerle kendine yaşam alanı yaratma çabasına, veremden dolayı eve ölüme dönerken iyileşmek, fakat ardından iki defa aynı şehirde, Oslo’da, açlıkla sınanmaya, kendince çıkış bulduğu faşizm belası yüzünden uzun ömrünün sonlarında kendi halkı tarafından izole edilmekten, hapsedilmeye… Buna rağmen kitaplarındaki muazzam içerik ve anlatım teknikleri ile pek çok yazarın gıpta ile baktığı eserlere imza atmak. Sanatçıların yaşamına ve eserlerine bakınca bizi kendilerine hayran bırakmalarının sebebi de bunca sıradışı olmaları değil mi?

Knut Hamsun
(Nobel ödüllü, Norveçli yazar, 1859-1952)

Açlıkla sınanmak denilince aklıma yurtta kaldığım zamanlar geldi. İlkokuldan sonra gittiğim devlet yatılı yurdu, hayatımda iyi-kötü pek çok şeyi yaşamama vesile oldu. Tam anlamı ile açlık olmasa da, buna benzer bir yokluk duygusunun iliklerime işlemesi de bunlardan biri. Bir kere toplu yaşanan pek çok ortamda olduğu gibi kendimize ait yiyecek bulundurmak mümkün değildi. Mantıklı elbette.Öte yandan beslenmemizden sorumlu olan devlet ve okul yönetimi 11-17 yaş grubundaki gençlerin beslenmesinde şöyle bir menünün uygun olduğuna karar vermişti:

Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde margarin, bir yemek kaşığı gül reçeli, çay

Öğle: Bir kepçe kuru fasulye, bir kepçe pilav, hoşaf

Akşam: Bir kepçe kuru fasulye, pilav

Dilediğin kadar ekmek elbette. Malum milletçe hastasıyız ekmeğin. Ara öğün diye bir şey yok. Ertesi günün menüsü:

Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde yağsız beyaz peynir, bir yemek kaşığı zeytin, çay

Öğle: Patates yemeği, yayla çorbası, elma

Akşam: Patates yemeği, yayla çorbası

Ortaokul yıllarımdan

Bazen hafta sonları hem peynir, hem reçel, hem de haşlanmış yumurta olurdu. Reçel ve yağ olduğu günler daha iyi doyardık. Çünkü daha fazla ekmek yemeye elverişli bir menü. Sulu yemeklerin içine bir dilim ekmek atar, onu ıslatır yerdik. Patates yemeğini püre haline getirir ve ekmeğin üzerine sürerdik. Cuma ve cumartesi akşamları minik kantinimizde satılan bir kaç çeşit bisküvi ve çikolata içinde özellikle Tadelle’yi tercih etmemiz de bundandı. Çünkü ekmeğin arasında koyunca harika bir öğün olurdu. Şimdi bu yetişkin halimde aslında doymak için bulduğumuz çözümler pek acıklı ama akıllıca geliyor. Aferin bize.

Annem ve babamın bizden bir nesil önce yaşadıkları yurt deneyimlerindeki harika koşulların yarattığı anılara bakıyorum ve doğal olarak kendi deneyimlerimle karşılaştırıyorum. Garip bir tezat var. Biz ileriye gitmeliydik değil mi? Belki de bu nedenle o dönemde yurtta kalan bizlerin aileleri bu duruma hiç tepki vermediler. Onlar bizi devlete emanet etmenin rahatlığı ve devletin yüceliğini sorgulamanın akla dahi gelmemesinin sıradanlığını yaşıyorlardı belki de.

Sonra durumu gayet iyi olan çocukların çoğunlukta olduğu bir üniversite, şaşalı hayatların yaşandığı reklam piyasası, yurtdışı deneyimi derken, bu coğrafyanın da kendine has bir şekilde evlat kayırdığını anladım. Daha iyisi de var, daha kötüsü de. Fakat herkes bir yandan şanslı iken, bir yandan darbeyi almış. Yaralı ruhların şen memleketi burası. Acıyı bal eyleyenlerin yuvası. Kan içip kızılcık şerbeti diyenlerin, bir araya gelince otobanda arabayı durdurup göbek atanların coğrafyası. Ezmeye gelince ayaklar altına alıp çiğnediğimiz canları, yeri gelince ölesiye yüceltebilmeyi de başardığımız garipliklerin vatanı. Hafızası balığınkinden az belki ama, genlerine geçmişin dövme gibi kazındığı insanların yaşadığı kaf dağı burası.

Taa iskandinav yurdunda 100 yıl önce yazılmış açlığın, benim zihnimdeki gurultusudur ispatı iyi edebiyatın. Varolsunlar…

Virginia Woolf

1800 sonlarında İngiltere’deyiz. Viktorya dönemi bitmek üzere. Sanayileşme, kadın ve erkeğin beraberce ezildiği büyük bir işçi sınıfı ve yeni zenginler oluşmasına sebep oluyor. Britanya İmparatorluğu bu değişimden en çok nasiplenen ülkelerden biri. Viktorya dönemi aristokrasiyi yücelterek sınıf ayrımını keskinleştiriyor. Sonradan Sir ünvanı alan Leslie Stephen ise bu dönemin en önemli yazarlarından biri. Julia Duckworth gibi o da eşini kaybetmiş. Tesadüfen komşu olan ve ilk eşlerinden çocukları bulunan bu iki insan birbirlerini seviyor ve evleniyorlar. Virginia Woolf toplam 10 çocuklu bu ailenin 9. ve en küçük kızı.

Dönemin şanslı ailelerinden birisi. 6 katlı bir konakta, onlarca hizmetçi ile yaşayan kalabalık, varlıklı ve eğitimli bir aile. Dönem gereği kızlar henüz okula gidemiyor ancak Woolf, ablası Vanessa ile beraber evde gayet iyi bir eğitim alıyor. Öte yandan dışarıdan gayet muntazam görünen bu ailenin gizli sırları var. Babanın ilk evliliğinden olan iki ağabey, kızkardeşlere yıllarca cinsel tacizde bulunuyor. (Virginia bu dönemi yaşamının sonlarında daha sık ve net hatırladığını ve bunun ona çok acı verdiğini söyleyecekti.) Üvey anne ve üvey abla akıl hastalığından muzdaripler. Anne kızların ergenliğinde grip sebebiyle aniden ölüyor. 9 yıl sonra da babayı kaybediyorlar. Bu kayıplar Virginia’nın ruhunda derin yaralar açıyor. İntihar denemelerinin başlaması ve onu korkutan gaipten seslerin duyması bu dönemde başlıyor. Hayat bu noktaya kadar Virginia için tüm bu olumsuzluk ve olanaklarla kendini keşfetme yolcuğu ve eğitimle geçiyor. Ancak asıl kimliğine kavuşması kardeşleri ile beraber Bloomsbury’e taşınması ile gerçekleşiyor.

Maddi anlamda hiç bir sıkıntılarının olmaması kardeşlere diledikleri gibi yaşayabilme özgürlüğü veriyor. Bu sayede entelektüel pek çok ismi barındıran Bloomsbury grubuna dahil oluyor ve günlerini hemen her konuda tartışarak ve üreterek geçiriyorlar. Bu gruptaki özgürlükçü ve üretken ortam, Virginia’nın hem kendisine dair, hem de kadına dair düşüncelerinde ciddi ilerleme kaydetmesine yol açıyor. Ergenlikten bu yana ruhundaki duyarlı ve yaralı tarafı anlamlandırmaya çalışan Virginia yazarak ruhunu iyileştirmeye çabalıyor. Bu grubun içinde tanıştığı Leonard Woolf ile evleniyor. Bu evlilik bir arkadaşlık ve iş ilişkisi şeklinde ilerliyor. Leonard bir basımevi kurarak, Virginia’nın kitaplarının rahatça basabilmesine olanak sağlıyor. Kitapların tüm resimlerini de ressam olan ve aynı grubun içinde bulunan kardeşi Vanessa çiziyor.

Virginia, yaşadıklarından derinden etkilenen, hemen her olayı ruhunda acıyla yaşayan biri. Bipolar bozukluğunun ona verdiği bu lanet, aynı zamanda bir lütuf. Bu sayede kitaplarında yaşamın ruhundaki yansımasını anlatabilme şansını buluyor. Eşcinsel olması kadına dair bakışını etkileyerek yazdıklarını şekillendiriyor. Ruhsal durumu da edebiyatta çığır açacak olan bilinç akışı tekniğini keşfetmesine sebep oluyor. Bu teknik ki, yazdıklarının çağlar boyunca kuşaktan kuşağa akmasını ve kadının varoluş kavgasının anlaşılmasını sağlayacak önemli bir mihenk taşı oluyor.

1941 yılında, yeni bir dünya savaşının gölgesinde bombalar patlar ve geleceğe dair umutsuzluk hüküm sürerken, kocasına ve kardeşine birer mektup bırakıp, cebine doldurduğu taşlarla kendini nehrin sularına bırakıyor. Bu dünyadan bir ruhunun yarasını merhem niyetine kadınlara bırakan bir Virginia Woolf geçiyor.

Eserleri:

1915 Dışa Yolculuk : Annesinin ölümü ile başedebilmek için yazdı.

1919 Gece ve Gündüz : Klasik gerçekçi üslup ile yazdığı roman, 1. Dünya Savaşı öncesi İngiltere toplumunu anlatır.

1921 Pazartesi ya da Salı

1925 Mrs. Dalloway : Bilinç akışı tekniğinin başlangıç romanı. Romanda kendisi ve ailesindeki bazı kadınların aklından geçenleri farklı bir teknik kullanarak anlatır.

1927 Deniz Feneri : Kendi intiharına dair bir göndermede bulunduğu romandır. “kendini üzerinde durduğu daracık tahtanın ucundan insanı yutuveren o sulara bıraktığını gören olmamıştı.”

1928 Orlando : Yazılmış en uzun aşk mektubu denebilir. Sevgilisi Vita Sackwille-West’e adanmış bir roman. Eşcinselliğini açıkça ifade etmiştir bu romanla.

1929 Kendine Ait Bir Oda : _Feminist hareketin en önemli ve Wollf’un en bilinen, en kolay okunan kitabıdır. Neden Shakespeare gibi bir kadın ozan yok sorusuna cevap aradığı bir metindir. Metinde tarihsel bir inceleme, alıntılar ve serbest akışla bir cevap aranır bu soruya. Sınıfsal ayrım ve cinsiyet ayrımının kadını getirdiği nokta gözler önüne serilir. Kadınlara şöyle seslenir: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.” 

1931 Dalgalar : Düzyazı formatında yazılmış bir şiir denebilir. Bilinç akışı tekniğinin en önemli eseridir. Gerçekçi roman geleneğinden kopuşu temsil eder. Virginia’nın bir denizin kenarına oturup, kitabı dalgaların ritmine uygun olarak üç kez yeniden düzenlediği söylenir. Orjinal dilinde ritmik bir akışı vardır.

1931 Londra Manzaraları

1937 Flush, Bir Köpeğin Romanı : Bir aşk öyküsünün bir köpeğin bakış açısı ile anlatılması

1937 Yıllar Üç Gine

1941 Perde Arası : Son kitabı

Kitap: Evlilik, Doris Lessing

2020 çok değişikti. Pek çoğumuz için acı, tedirginlik, şaşkınlık gibi zorlayıcı hisleri dibine kadar deştiğimiz bir yıldı. Kendi adıma kayıpların acı girdabında ve belirsizliklerin tedirginliğinde epey zorlandım. Babamı, ananemi ve teyzemi kaybetmek beni çok hırpaladı. Çocukların eğitimlerinin aksaması ve fiziksel, sosyal sıkışmışlıkları ise çaresiz hissettirdi. Bunlara rağmen 2021’e heyecan, heves ve umutla başladım. Kendime koyduğum hedefler ve kafamda planlar var. Daha önemlisi enerjimi, gayretimi ve ilgimi yönlendirmeyi düşündüğüm, beni mutlu eden, umutlandıran şeyler var.

Kitaplar her dönem olduğu gibi şimdi de benim can simitlerim, yol göstericilerim, dostlarım. Okuduğum kitaplar hakkında yazmaksa, bu deneyimi derinleştirip zenginleştiren en güzel unsur.

2021’de bitirdiğim ilk kitap Doris Lessing’in Evlilikler isimli romanı. Roman, beş kitaptan oluşan Argos’taki Kanopus Arşivleri serisinin ikincisi. Diğer kitaplarını okumadığım için serinin bütününü değerlendiremiyorum. Kitap, Niran Elçi çevirisi ile Delidolu yayınevinin yayınladığı 344 sayfalık bir roman. Kitabı sevdim, hatta çok sevdim. Roman ve distopyasever biri olarak beni ziyadesiyle tatmin etti.

Doris Lessing yaşadığı hayatla da epey ilgi uyandıran, Nobel ödüllü bir yazar. Kadın hareketi, ırkçılık, komünist hareket, feminizm, nükleer enerji karşıtlığı gibi pek çok alanda aktivist hareket içinde yer almış. Üretken bu yazarın eserleri hakkında da şuradan harika bir derlemeye ulaşabilirsiniz.

Gelelim Evlilikler’e. Argos’taki Kanopus Arşivleri serisinde yaratılan dünyanın kadın ve erkek ilişkisi üzerinden tasviri denebilir bir anlamda. Ancak esas mevzu, bu ilişkinin cinsiyet temelli yaşayış biçimi, bakış açısı, hayatın anlamına dair sorgulamalar ve kabullenişler, milkiyet, özgürlük ve dayatma gibi sağlam temelleri barındırması. Kitapta anaerkil 3. kuşağın kraliçesi Al-Ith ile ataerkil 4. kuşağın kralı Ben Ata’nın, bir üst akıl tarafından zorla gerçekleştirilen evliliği anlatılıyor. Bu iki karakter, kadının ve erkeğin egemen olduğu aileleri ve toplumları da kendi bünyelerinde barındırıyor. Zarafetin ve bolluğun, özgürlüğün ve anlayışın temellendirdiği anaerkil yapı kraliçe Al-Ith ile, güç ve dayanıklılık, sabır ve fethetme güdüsü ise ataerkil, barbar kral Ben Ata ile cisimleşiyor. Bu iki karakter kendi dünyalarının özelliklerini, karşıt veya farklı bir düşünce ve yaşayış ile birleştirmeye zorlanıyorlar. Zamanla cinselliğin getirdiği çıplak bir güven ve iletişim sayesinde eridikleri pota, okuyucuya günümüz kutuplaşmış dünyasının uzlaştırılmasında da bir umut ışığı yakıyor.

Karakterlerin o güne değin içselleştirdikleri özelliklerinin farkına varmaları ve başka türlüsünün de mümkün, hatta daha iyi olabileceği gerçeğini kavramaları çok manidar. Barbarlık denen şeyin çaresizlik, ahlaksızlık denen şeyin özgürlük olabileceği, kadın ve erkek ilişkileri boyutunda işleniyor. Ancak bunu kral ve kraliçe ekseninde, üstelik bir üst akıl zorlaması ile topluma uyarladıklarında varılan sonuç ilginç. Öyle ki, alışkanlıklar ve inanışlar bir toplumun her anlamda refahını ve mutluluğunu, huzurunu etkiliyor. Diğer türlüsünün gösterildiği alternatifler ise yepyeni ve umut dolu bir yol açabiliyor. Fakat bu yola çıkmak beraberinde sorgulamaları, engelleri, bağnazlığı, vazgeçişin direncini de getiriyor.

KİTAP SERİSİ: DORIS LESSING - ARGOS'TAKİ KANOPUS ARŞİVLERİ | Profesyonel  Kitap Bloğu

Özellikle kitabın sonlarında olay örgüsüne beşinci kuşağın vahşi kraliçesi dahil edilerek, okuyucuya dönüşümün ve varoluşun sürekliliği ile ilgili zengin bir düşünce deneyimi vaadediliyor. Kitabı bitirdiğimde bu sonsuz döngünün gücü ve sürekliliği beni büyülemişti bile. Özellikle iletişimin bireyleri dönüştürmede ne denli etkili olabileceği, bunu her bireyin kendi deneyimleri ile farklı şekillerde hayata geçirdiği ince ince işlenmiş.

Toplumsal katmanların ve kutuplaşmanın giderek coştuğu günümüzde bu düşüncenin üzerinde durmak önemli bence. Kitap kişisel deneyimlerimize bunu katmada başarılı.

Sadece iyi kurgulanmış, bireye odaklanan bir distopik roman keyfi için bile okunması gerekir.

Okumak

Kitap ne büyülü bir kelime farkında mısınız? Okumak?!

Anne olmadan önce çocuk kitapları okumazdım. Ne harika ve kocaman bir dünya olduğunun da farkında değildim. Sonra bebek kitapları geldi. Çünkü ben okumayı çok seven, hayatı bu şekilde yorumlamayı, soruların tüm cevaplarını edebiyatta aramayı tercih eden biriydim. Hâlâ da öyleyim ya!

İsteğim, bildiğim dünyayla yavrularımı da tanıştırmaktı. O yüzden aradım, taradım masallara, çizimlere, derdi olan kitaplara, bunun hakkında yazıp çizenlere ulaştım. Yıllar yılı kovaladım onları, pes etmedim, iz sürdüm.

Şimdi biri 9, diğeri 11 yaşında iki yavrum, okumayı seven ama hâlâ bir rehbere ihtiyaç duyan iki kitap kurdum var. Çok şükür. Ve ben hâlâ okuyorum. Kendimi besleyen yazarlar, ruh halime iyi gelenler kadar; onların yaşına, ruhuna, durumuna uygun yazarlar ve kitaplar peşindeyim. Çünkü ben okumanın insan hayatına ne kattığına şahit ve ikna bir anneyim.

Bir sonraki post da bize hayat yolculuğunda iyi gelen yazarlar hakkında olsun o zaman.

Hayat acı yüzüyle gülümserken bize, en çok ihtiyacımız an şey yine onlar çünkü. Yazanlar çok yaşasınlar…

Yerdeniz Büyücüsü

Ursula K. Le Guin ile gençliğimde tanışmıştım. İlk tanıştığım kitabı da elbette Yerdeniz Büyücüsü idi. Seriyi bir hevesle tamamlamış, uzun süre etkisinde kalmıştım. Sonra Yüzüklerin Efendisi serisini okurken de ilk tanıdığım gerçeküstü dünyaları hatırlayıp, ustaya zihnimde selam durmuştum. Çocuklarımı da yazarın tek çocuk kitabı olan Balık Çorbası ile tanıştırdım ve sıranın Yerdeniz Üçlemesi’ne gelmesini heyecanla bekliyorum. Yıllar sonra, pandeminin sürreal belirsizliği bir şekilde beni yine bu seriye itti sanırım. Yer yer unuttuğum ve özlediğim dünyaya geri döndüm.

İlk kitabın konusu büyümek. Şimdi bambaşka bir gözle ve sanki büyümeyi bir parça daha başarmış bir kadın olarak okuyorum elbette. Çok farklı yerlerini keşfedip, üstelik alt okumalarda daha derine dalabiliyorum. En azından hissettiğim böyle. Tadı bambaşka ve fakat hâlâ muhteşem.

Kitaptan çıkardığım ilk ders, eğer güvenli limanlarında takılır kalırsan, belki huzurlu, hatta keyifli bir hayat yaşayabilirsin. Fakat maceranın, gücün, gerçek büyümenin ve keşfin o limandan ayrılma cesareti ile yaşanacağı gerçeğini unutma. Risk yoksa, gerçek deneyim de yok.

İkincisi ise, korkularınla karşılaşma cesaretini ve çabasını göstermezsen, hayatını o korkunun pençesinde yaşamaya mecbursun.

Üçüncüsü ise, büyümek cesaret işidir. Keyfi de budur. Hayattan payına düşen lokmayı almak için çabalaman gerek. Ancak böylece olman gereken insan olur, büyüyebilir, potansiyelini gerçekleştirebilir ve senin olanı yaşayabilirsin.

Eee, ne duruyoruz o halde?

Büyülü Gerçekçilik

Bu aralar yine güneş tutulması, ay kayması, yıldız parlaması ve osu busu şusu dönemindeyiz. Ülkede değişimin ayak seslerinin sustuğu bir zaman dilimi olmadığı için sanırım, kişisel olarak da kıpır kıpır içimiz. Anadolu halkıyız ne de olsa, hareketle bereket alın yazımız bir anlamda.

“Güzel günler göreceğiz” ve “her şey çok güzel olacak” söylemleri içimizden taşan yaşam amacı sanki. Bugünden bahsetmek pek revaçta değil her zamanki gibi. Oysa hep umudu diri tutmak bir yana, yaşamı bu andan başlayarak güzelleştirmek esas amaç olmalı. Zira hedefe giden uzun yol da atılacak o ilk, küçük adımla başlıyor. O adım bugün, şimdi atıldığında ancak yola çıkmış oluyoruz.

O zaman evi mi temizlemeli, yolculuğa mı çıkmalı, duş alırken şarkı söylemeye mi başlamalı, bir kitabın sayfalarını çevirmek, bir STK’ya omuz vermek, bitmeyen eteği dikip giymek, yeni bir tarifi denemek, arkadaşla barışmak, o sunumu hazırlamak, müdürle konuşmak, başka işe başvurmak, eşiyle kanayan yaraya neşter atmak, çocukların ne dediğine kulak asmak, yürümek, bir çiçek dikmek, mektup yazmak, bir film izlemek… Bak yapılacaklar bir yana, yapılabilecekler bile uzun bir liste halinde sırada. Başlamak gerek azizim, yol almayınca varılmıyor vuslata zira…

Güzel günleri beklerken, bu günü güzelleştirmeye çalışanlara da selam olsun o halde. Tam da Gabriel Marquez usta gibi, dünyanın bütün kirini görmesine rağmen içindeki anarşist çocuğun rüyasını her biri muhteşem cümlelerle önümüze seren, büyülü gerçekçiliğin diğer ustası Jose Saramago dünyasını yaşarken; ben tam da öyle yapacağım…

Distopya Roman

Distopya romanları da filmleri de çok severim. Sanki biri gelecekten haber ediyor gibi gelir. Geleceğe dair öngörülerim pek de iç açıcı olmamakla beraber, sonunun iyilerin kazanması ile biteceği umuduna paralel. Bu yüzden çok keyif alıyorum sanırım okumaktan ve izlemekten.

#veronicaroth filme çekilen #uyumsuz serisini zevkle izlediğim bir yazar. #kutuphanekitabi olarak bulunca atladım resmen. Bir İz Bırak, yazarın gezegenler arası muazzam bir yaşam galaksisi kurduğu, insanın yaşam koşulları ile biçimlenen ruhuna odaklandığı bir roman.

Hayatta kalmak için kadere ne kadar boyun eğmek gerekli? Koşullar içimizdeki ruhu nasıl etkiler? Gurur nelerden alıkoyar? Aşk ortamdan bağımsız mıdır? Ve #annegozuyle düşünürsem, bir çocuk yetiştirmek onun ruhuna saygı duymadan gelişen bir süreç olduğunda, içi tükenmiş bir canavar mı yaratmış oluruz? gibi sorular sorduran, üstelik okuması bu tarz kitap sevenler için çok keyifli bir roman. Filmi olsa ne şahane olur diye düşünmeden edemedim.

Yazar ve Kitap

Kitap okumak zevk midir, hobi midir? Zevkli bir hobi midir yoksa? Benim için nefes almak gibi, zevkli ve uğraş gerektiren bir hobi.

Yazarın bir romanını okurum. Sonra yazarı merak ederim. Onu araştırırken kendince en anlam yüklediği romana varırım. Otobiyografik eseri varsa, bayılırım. Sonra çağdaşı yazarlar ya da üstünde ısrarla durduğu konuya dair yazılan diğer romanlara giderim. Su içer gibi okurum.

Arada mola vermek için çok satanlara giderim. Onlar gerçek hayatla başderken benim soluklanma noktalarım olur.

Kitaplar kadar yazarlar da ilgimi çeker yani. Bundandır belki de çocuklarımın yazar ismi bilmesine, yazarın ya da çizerin eserini tanımasına bunca sevinmem.

Kitap Kulübü Kurma Hikayemiz

Ayvalık’a yerleşince farkettik ki burada bir kitapçı yok. Evet yok! Bir tane var sayılır ama tam değil 😵 Sahaf var, fakat yetersiz elbette. Gerçi kitap alışverişini genelde internet üzerinden yapıyoruz. Öte yandan kitapçı gezmenin keyfi de bir başka. Tam ‘al sana kasaba hayatı’ nidaları ile kendimizi ‘biz size demiştik, yapamazsınız, özlersiniz büyükşehri’ söylemlerine kaptıracaktık ki; mis gibi, şahane, nefis kütüphaneyi keşfettik. 😜😉

Ayvalık’ın kütüphanesi tepenin üstünde koca bir bina. Oldukça geniş. Kışlar sıcak ve kuru, yazlar serin ve ferah şekilde bir iklime ev sahipliği yapıyor. 😄 Manzara desen, malum leb-î derya deniz. Çocuklar için satranç tahtaları, yer minderleri ve çeşitli oturma alanları ile geniş bir salon ve ayrıca daha küçükler için minik bir sahnesi, minderleri, kukla tiyatrosu düzeneği, oyuncakları ile bir başka salon daha!😉👍 Yetişkinler bölümü kitap dolu. Kıvrıl deri koltuğun birine, saatlerce oku. Ayrıca gençler rahat ders çalışabilsin diye ayrı bir salon, engelliler için başka bir salon, mini toplantılar için farklı bir tane daha, kocaman bir konferans salonu, sergi salonu, ebrû atölyesi… Bak yazarken yoruldum, o derece.

Kitaplar desen binlerce. Yenisi, eskisi, günceli, edebîsi, dergisi, antikası… Sürekli yenileniyor üstelik.

Ee, böyle şahane bir ortamın, emeklisi bol, yapacak işi az nüfusu yoğun bir kasabada dolup taşması beklenir değil mi? İşte o öyle olmuyormuş. Okumayan yurdum insanı burada da okumuyor. Okuyan epey ciddi bir kesim de, kütüphane alışkanlığını kaybetmiş veya kazanamamış. Bu nedenle ihtiyacı olmasına rağmen kütüphaneye uğramıyor. Biz bir kaç ay sonra baktık ki olmuyor, fazla sessizlik bize göre değil; çocuklarla bu işe bir el atmaya karar verdik. İşte kendimizi kütüphane gönüllüsü ilan etmemiz bu şekilde oldu.

Sonra kütüphane müdüremizle konuştuk. “Seviniriz, ne yapmak isterseniz destek veririz” dedi. Halkın verimli ve yoğun instagram kullanımına güvenerek @ayvalik_kutuphanesi hesabını bu şekilde açtım. Paylaşımlar yavaş ve emin şekilde çoğaldı.

Derken bizim gibi İstanbul yeni göçmeni, dinamik ve gayretli bir Ayvalık annesi ile yolumuz sosyal medyada kesişti. Bir kaç yazışma, olumsuz yorumlara rağmen, bizi kitap kulübü kurmak için galeyana getirmeye yetti. Kitap kulübü fikri yıllardır aklımdaydı ama ortamını henüz bulamamıştım. İşte zamanı ve yeri gelmişti.

‘Başlayalım, kervan yolsa düzülsün’ dedik. Dört bir koldan duyurulara başladık. Sosyal medya hesapları, okullar, kafeler, karşılaştığımız insanlar… Dilimizde bir kulüp lafı, konuştuk bol bol.

Önce Ayvalık Anneleri Kitap Kulübü buluşması ayarladık. Heyecanla beklerken, ‘belki de kimse gelmez ve biz ikimiz başlarız’ diye konuşuyorduk bir yandan da. O gün hangi kitabı seçeceğimize karar verirken 6 kişiydik. 📚👏🎉🎆 Bir ay sonra ilk buluşmada birbirini henüz tanımış 4 kadın, Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı üzerinden hayatı, kadını, evliliği, hayalleri, göçü ve Ayvalık’ı konuşuyorduk. Yaşadığım mutluluk ve tatmini anlatacak kelimelerim yetersiz.👍

Çocuklar için her haftasonu anne-çocuk kitap kulübü yapmaya karar verdik. Şu ana kadar 5 kez buluştuk. Her defasında birileri geldi. Bazen oyun oynadık, bazen kitaplar okuduk, çoğu zaman sohbet ettik. Benimkiler çok sahiplendi. Hatta kızım bir afiş tasarladı ve sınıfında sunum yaptı. Okulun çeşitli yerlerine astık. Hayata geçirmek için heyecanlandığımız yepyeni fikirlerimiz ve projelerimiz var.

Katılımın çok olmasını önemsemiyoruz. Sürekli olması daha önemli. Bu sayede bir farkındalık yaratmayı umuyoruz. Amacımız kütüphanelerin birer yaşam alanı olduğunu anlatabilmek, yararlanan kişi sayısını artırabilmek. Ayrıca elbette kütüphane deneyimlerimizden kendi adımıza aldığımız zevki ve faydayı artırmak.

Bu tarz bir oluşum için istek, emek ve inat gerekli diye düşünüyorum. Sonrası bol duyuru ve sabır işi.

Biz elimizi taşın altına koyduk anlayacağınız. Feyz alan olursa mutluluğumuz daha da çok artar. 😉📚💞

Not: Bu yazıyı özellikle isteyen tatlı kadına da ayrıca selam olsun. 😄💜

Ayvalık Kitap Kulübü

Eğer bir sanat eserine gereken zamanı ve ilgiyi veriyorsanız, ondan bir an almamanız mümkün değil. Mutlaka size dokunan bir duygu veya içinizde tetiklenen bir düşünce oluşur ve o sanat eseri artık size ait olan ‘o an’a dönüşür. Üretenden bağımsızdır ve sizin zihninizde yaşamaya başlamıştır. Yeri ve zamanı geldiğinde döner döner yine gelir… Sanat öyle harikadır işte.

Ben en fazla ilişkim olan kitaplardan bahsedeceğim. Resim, heykel bende bir yere kadar ne yazık ki. Ama çocuklarımda yerleri geniş olsun diye uğraşıyorum elbette. Benim bilebildiğimden bir adım ileriye, benim dimağımın alamadığından fersah fersah öteye 😉 Cibran ne demiş, ‘onlar ok, biz yayız’ 💜👍

Bilgiyi süzüp de veren kitapların yeri başka. Onlar baştacımız elbette. Benim, içinde kendimi kaybettiklerim romanlar. Her biri başka bir alem, her biri ayrı ayrı başımın tacı.

Roman okurken her insan bir karakteri kendine yakın hisseder. Birini anlar, ona hak verir, acısını hisseder, onunla heyecanlanır, o mutlu olsun ister. Ana karakter olmak zorunda değildir o. Çünkü okuyan insanın hayatından bir duygu, bir an, bir fikir vardır onda. Onu alır, kendine döner, kendi hayatını evire çevire okur kitapta. İşte o kitaplar insanda başka bir yere sahiptir. Biraz iddialı olacak ama; eğer bu tarz, bu yazar, bu kitap bana hitap etmiyor diyorsanız, henüz o kitaptaki hiçbir duygu ve düşünceyi deneyimlememişsiniz demek bence. Konudan, olayın geçtiği zamandan ve mekandan bağımsız olarak hissedilen duygular ve tetiklenen düşünceler… Yaşamanızı zenginleştirmenin en kolay ve ucuz yolu, romanlarda kendinizi kaybetmek, yeniden bulmak, yoğurmak, anlatmak, paylaşmak, irdelemek, düşünmek…

İşte bu yüzden kurduk kitap kulübünü. İlk kitap Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar. 13 Aralık Ayvalık Kütüphanesi’de o kadınları, o yaşamları, o duyguları, o olayları konuşmak için biraya geliyoruz. Kendi içimize bakıyoruz. Bekleriz 😉📚💝