Hazine

Anne tarafında çocuklarımı düşünerek 5 kuşak geriye, baba tarafında 4 kuşak geriye dair bilgim var. Anılar, anlatılanlar… Böylesi bir hazine muhteşem değil mi?

İnsan ömrü, zaman gibi çok kısıtlı. Öte yandan sonsuz. Nasıl mı? Mesela Aristo yok, binlerce yıl önce yaşamış; ama fikirleri de adı gibi canlı hâlâ. Charlie Chaplin gibi, ya da Kraliçe 2. Elizabeth veya Fatih Sultan Mehmet ya da büyük büyük nineniz. Yoklar , toprağa karışıp gitti bedenleri. Oysa yaptıkları, fikirleri, hayatları, varoluşları capcanlı birilerinde. Tanımadığınız atalarınızın da içinizdeki katkıları var bir şekilde.

Bu nedenledir ki kendimizi fazla önemsemek ve günlük hayatın getirilerine kafayı gereğinden çok yormak anlamsız. Bunun farkına vardığınızda olan şu; hayatın her hücresine, insana, doğaya, olaya tepkiniz çok anlamlı ve düşünülerek verilmiş oluyor. Daha cüretkâr, daha temkinli, daha gönlü açık, daha bağışlayıcı, daha detaycı, daha boşvermiş, daha bağışlayıcı, daha düşünceli, bir o kadar eğlenceli oluyorsunuz.

Birinin hayatındaki dokunuşunuz, onun sizin varoluşunuza katkısı nispetinde değerlenmiyor gözünüzde. Bu da tepkilerinizdeki samimiyeti artırıyor. Daha rahat iltifat ve itiraf yapabilir duruma geliyorsunuz. Bu bence bizim toplumda son derece büyük bir olay.

Size gerçek anlamda iltifat eden birine ne zaman içtenlikle teşekkür ettiniz? Birine gerçek anlamda bir duygu yoğunluğu itirafınız ne zamandı? Gerekli mi, tartışılır; önemli mi, kesinlikle! 👍

Bazen bi durup bakmalı, nereye dostum böyle? Alabiliyor musun, verdiğince? Verebiliyor musun, gönlün genişliğinde?

Bizi kurtaracak şeyi görebiliyor musunuz?

Yapay Zeka ve İnsan

İnsanlık evrimleşirken kendine artık faydası olmayan veya zararlı gördüğü uzuvlarını da kaybetmiş. Daha az kılımız, daha ince parmaklarımız, daha dik vücudumuz var. Aynı şekilde aklımız da bu duruma uyum sağlamış. Artık fiziksel tehlikeden ziyade sosyal ilişkilerden bize yansıyabilecek tehlikelere de aynı duyarlılığı göstermek zorundayız. Peki, grnelde hastalık olarak adlandırılan, bence mental farklılıklar olarak söylrmleştirmemiz gereken durumları nereye koyacağız?

Dün akşam ilginç bir söyleşi seyrettim. Prof. Sinan Canan, yapay zekadaki gelişmelerin insana daha farklı yaşam alanları getireceği öngörüsünde bahsederken, bambaşka çıkış yollarına yönelmemiz gerektiğini vurguladı. (Medyaglobal kanalındaki bu söyleşiyi bulup seyretmenizi öneririm.) Bu durumda insanın yaşam ve varoluş amacını yeniden sorgulaması kaçınılmaz. Günümüz 9-6 mesaisi içinde yaşayan, fiziksel koşulları için borç ödeme durumunu yaşam amacı hâline getirmiş insanın, makineleşmiş bir dünyada işsiz kaldığını düşünün. Ne yapacağız tüm gün? Bizden öncekiler ne yaptılarsa onu elbette. Binlerce tarım işçisi makinelerinin tarımda kullanılması sayesinde, farklı bitki yetiştirme yöntemleri geliştirebilme şansı buldu. Fabrika işçilerinden mekanik icatlar çıktı. Yeni meslekler ve uğraşlar belirdi. Pek çoğu bizi ileriye taşıyan buluşlar ve uğraşlar oldu. Bu değişime ayak uyduramayıp direnenler ise epey zorluk çekti.

Bu noktaya gelindiğinde makinelerinin yapamadığı şeylere yönelmek gerekecek. Sanat ve kültür önemini bir kez daha ispatlayacak bana kalırsa. Beynin henüz keşfedilemeyen çok büyük bir bölümü olan bilinçaltı, bize bu konuda yepyeni bir çağ açma şansı verecek. Henüz büyük bir bilinmez olduğundan, yapay zekaya kopyalanaz oluşu bizim kurtuluşumuz olacak.

Şimdi gelelim farklı düşünen beyinlere. Pek çok sanatçının ve bilim adamının şizofren, bipolar, otistik gibi isimlerle adlandırılan, dünyayı farklı okuma yetenekleri olduğunu biliyoruz. İnsanlık için bir fırsat olan bu özellikler, yaşayan bireyler için epey zorluk ve acı barındırıyor elbette. Bakış açımızı değiştirip, onları farklı hâlleri ile kabul ettiğimiz noktada hepimiz için daha anlamlı ve güzel bir dünya olacağına inanıyorum.

Gelecek hızla şekilleniyor önümüzde. Yapay zeka inanılmaz bir hızla yaşamımıza talip oldu. Geriye dönüş olması ancak dünyanın fiziksel yokoluşa uğraması ile mümkün. Yeni gelen çağı yakalamak ve içinde insan olarak varolmak için, şimdiden kendimize sormamız gereken soru, ‘neden varız?’ olmalı. Bu soruya cevap bulduğumuzda daha mutlu ve verimli olmanın yolunu da kendi adımıza keşfedeceğimize inanıyorum. Dahası, çocukları artık köhnemiş ve işe yaramaz hâle gelmiş eğitim sarmalından en azından zihinsel olarak çıkarmanın zamanı geldi. Bizim tahayyül sınırlarımızı zorlayan geleceğe hazırlamalıyız onları. Elden geldiğince, gücümüz elverdiğince kendimizi sürekli geliştirme yolları bulmamız gerek. Biz çocukların önünü kapatmaz ve alan tanırsak sorun yok. Çünkü onlar zaten bunun için ve bunun içine doğdular.

Ne dersiniz? Siz de benim gibi iyimser ve umut dolu musunuz? Yoksa bir distopya beklentisi içinde mi yaşıyorsunuz?

Çocuklara

Uzanıp yattığım yerden toplasam yıldızları

Daldırıp elimi tutsam balıkları

Bir çiçeği görmeden alsam kokusunu

Ve gitmeden o yerlere, hissetsem taa içimde ruhunu.

Bu imkansızlıkta işte sevgimin çokluğu.

Her sarılmamda çoğalıp akan yüreğimden size

Her gülüşünüzde yeniden çiçek açan

Her cıvıltınızda damla damla yağmurlar yağdıran

Varoluşunuzla beni yeniden doğuran.

La Casa De Papel ve Çav Bella

Bazen çok bilmemek özgürlük ya da gerçek gibi geliyor mu size de… Bildikçe eksiliyor, duygularımızı körleştiriyor, düşüncelerimizi prangalara vuruyoruz sanki. Bir çobanın cahilliğine güzelleme yapanlar devri geçti mi ey ahali?

Oysa duygular işin içine girince Yuval Hariri’den tutun da tüm fütüristik profesörlere kadar, distopya yazarlarının nefis romanlarına kadar her bir öngörü yerle bir olmaya mahkum.

Duyguların esiri olmak gerçek özgürlük kanımca. Bir şansı hakediyor bence.

Bu his, La Casa De Papel Çav Bella’sı gibi… İçine işlerse gerçeği dönen…

Gün

Çocuklar okulda. Çayımı içiyorum. Borusan Klasik dinliyorum. Çünkü okuduğum ortaçağ tarihi kurgusuna da, güneşin salınışına da, ruhumun huzuruna da en uygun müzik bu şu anda. Yaprak kıpırdamadan geçen bir sonbahar sabahı. Sis basmış öteleri. Güneş aralardan bakmaya çalışıyor, sarı sıcak ortalık.

Ara Güler gitmiş. Ardında ne güzellikler, ne bilgelikler, ne kardeşçe yaşama örnekleri bıraktı. Barış içinde yaşamak… Kendinle, ailenle, işinle, dünyayla, toplumla, nesneyle, doğayla. Bütün dert bu olmalı aslında. Minicik ve kısacık hayatların anlamı, bütün bir varoluşu kabullenip, içinde dostça, kardeşçe, barış içinde yer bulabilmek, kaynaşıp kendi katkını sunabilmek olmalı.

Gün huzurla aksın ruhunuza dilerim.

Yaşam Farkı

İki yıldan uzun süredir yaşıyoruz Ayvalık’ta. 20 yılı aşkın bir süre İstanbul yaşamından sonra, epey farklı bir yaşam elbette. Bu arada bazı farklılıkları daha net anladık. Meğer ne çok kaygı, ne çok acele, ne çok dış etkene bağlı huzursuzluk yaşarmışız! Dertler azalmadıysa bile farklılaştı ve bir anlamda hafifledi. Oysa ne ekonomik, ne de toplumsal anlamda azalan bir olumsuzluk yok sanki. Kafamda epey yer tutan eğitim meselesi de çocuklar büyüdükçe artan bir ivme ile sorun yumağına dönüşüyor. Eh peki nedir bizi daha ferah hissettiren?

Sonuçsuz çabaların hüküm sürdüğü yoğun iş yaşamının, işin kendisinden ziyade insanlarla, özellikle yönetici veya ‘önemli’ kabilinden insanlarla aranızdaki iletişimi yönetmenin, meğer ruha nasıl da zorlayıcı bir etkisi varmış. Zamanın büyük bir kesimini alan bu modern beyaz yaka iş hayatı, evde de devam ediyor. Telefondan, tabletten sorulan sorular, ekrandan beynimize akan mailler, çözümsüz sorunların stres seviyesine katkısı evdeki yükümlülüklere eklenince pimi çekilmiş bir hâle gelmemek olanaksız. Sonra eşle dalaşma, çocuklara bağırma, sinirden midenin kasılması, etkilenmemeye çalışmanın getirdiği huzursuzluk ve suçluluk hissi…

Şehir yaşamı bu konuda bizim sabahları çocuklara ‘hadi’lediğimiz gibi, bizi sıkıştırıyor. Hep bir yerlere yetişme hâli, hep bir şeyleri yetiştirme zorunluluğu. Bu noktada evi yardımcıya, çocuğu bakıcıya veya okula, ruhu da zaman kalırsa psikoloğa teslim ediyor, eş durumunu emekliliğe sallayıp, yaşayıp gidiyoruz. Oysa başka hayatların mümkün olduğu filmlerde, kitaplarda, yaşanmışlıklarda gözümüze sokulurken, kendi koşullarımızda mutlu olmak pek kolay değil.

Peki ne yapmalı? Kendi yaşamımdan yola çıkarak insanın önce kendisine dönmesi, içine, ruhuna, hayallerine bakıp harekete geçmesi gerektiği çıkarımını yapıyorum. Her zaman köklü bir yaşam değişikliği olmak zorunda değil bu. Sakinleşmek, kendine gerçek anlamda zaman ayırmak, öncelikleri iyi belirlemek başlangıç noktası olabilir. İstanbul’da o yoğun iş yaşamı ve iki küçük çocukla haftasonları sürekli gezdik. Parkları, müzeleri, yeşili gördüğümüz her yeri… İl dışına da çıktık bir günlüğüne, yarım saatlik bir etkinlik için saatlerimizi arabada geçirdiğimiz de oldu. Bu hareket hâli bizim ruhumuza iyi gelen, bizi rahatlatan bir şeydi. Belki çocuklar olmadan akşam çıkamadık, kendi arkadaşlarımıza vakit ayıramadık ama nefes alanları yarattık. İş sonrası sadece çocuklarla ilgilenmek üzerine bir sistem geliştirdik. Yemeği basit geçiştirmeye çalıştık. Çocuklara bir uyku düzeni kurduk ki, en azından akşamları birbirimize ve kendimize vakit ayırabilelim. Kitap okuduk, film izledik, muhabbet ettik.

Genç ve çocuksuz dönemlerdeki alışkanlıklarımızda ısrar etmedik. Ailenin tüm bireylerini rahat ve mutlu edecek alternatifler yaratmaya çabaladık. Bazen çocukların arkadaşlarını toplayıp atölyelere gittik, bazen anane ve dede ile kıra kahvaltıya. Bazen hep beraber günübirlik Adana’ya, bazen bir kaç saatliğine Ankara’ya.

Tüm bunlar bize yoğun ve sıkışmış zamanlarda nefes alanları yarattı. Her ne kadar şehir yaşamı bizi bunaltsa ve sonunda kendimizi Ege’de bir kasabada bulsak da, bunu yapacak cesaret ve planlamayı sanırım o minik alanlara borçluyuz. Başka bir hayat için hep bir umudun olduğu fikrine…

Şimdi sakin zamanları bambaşka uğraşlarla hareketlendiriyoruz. Dolu zamanları boşaltıp, minicik alanlar yaratmak yerine, bize ait bol zamanı dilediklerimizle doldurmaya çalışıyoruz. İşte hayatımızda bizi daha olumlu, mutlu ve huzurlu kılan en büyük fark bu.