İki yıldan uzun süredir yaşıyoruz Ayvalık’ta. 20 yılı aşkın bir süre İstanbul yaşamından sonra, epey farklı bir yaşam elbette. Bu arada bazı farklılıkları daha net anladık. Meğer ne çok kaygı, ne çok acele, ne çok dış etkene bağlı huzursuzluk yaşarmışız! Dertler azalmadıysa bile farklılaştı ve bir anlamda hafifledi. Oysa ne ekonomik, ne de toplumsal anlamda azalan bir olumsuzluk yok sanki. Kafamda epey yer tutan eğitim meselesi de çocuklar büyüdükçe artan bir ivme ile sorun yumağına dönüşüyor. Eh peki nedir bizi daha ferah hissettiren?
Sonuçsuz çabaların hüküm sürdüğü yoğun iş yaşamının, işin kendisinden ziyade insanlarla, özellikle yönetici veya ‘önemli’ kabilinden insanlarla aranızdaki iletişimi yönetmenin, meğer ruha nasıl da zorlayıcı bir etkisi varmış. Zamanın büyük bir kesimini alan bu modern beyaz yaka iş hayatı, evde de devam ediyor. Telefondan, tabletten sorulan sorular, ekrandan beynimize akan mailler, çözümsüz sorunların stres seviyesine katkısı evdeki yükümlülüklere eklenince pimi çekilmiş bir hâle gelmemek olanaksız. Sonra eşle dalaşma, çocuklara bağırma, sinirden midenin kasılması, etkilenmemeye çalışmanın getirdiği huzursuzluk ve suçluluk hissi…
Şehir yaşamı bu konuda bizim sabahları çocuklara ‘hadi’lediğimiz gibi, bizi sıkıştırıyor. Hep bir yerlere yetişme hâli, hep bir şeyleri yetiştirme zorunluluğu. Bu noktada evi yardımcıya, çocuğu bakıcıya veya okula, ruhu da zaman kalırsa psikoloğa teslim ediyor, eş durumunu emekliliğe sallayıp, yaşayıp gidiyoruz. Oysa başka hayatların mümkün olduğu filmlerde, kitaplarda, yaşanmışlıklarda gözümüze sokulurken, kendi koşullarımızda mutlu olmak pek kolay değil.
Peki ne yapmalı? Kendi yaşamımdan yola çıkarak insanın önce kendisine dönmesi, içine, ruhuna, hayallerine bakıp harekete geçmesi gerektiği çıkarımını yapıyorum. Her zaman köklü bir yaşam değişikliği olmak zorunda değil bu. Sakinleşmek, kendine gerçek anlamda zaman ayırmak, öncelikleri iyi belirlemek başlangıç noktası olabilir. İstanbul’da o yoğun iş yaşamı ve iki küçük çocukla haftasonları sürekli gezdik. Parkları, müzeleri, yeşili gördüğümüz her yeri… İl dışına da çıktık bir günlüğüne, yarım saatlik bir etkinlik için saatlerimizi arabada geçirdiğimiz de oldu. Bu hareket hâli bizim ruhumuza iyi gelen, bizi rahatlatan bir şeydi. Belki çocuklar olmadan akşam çıkamadık, kendi arkadaşlarımıza vakit ayıramadık ama nefes alanları yarattık. İş sonrası sadece çocuklarla ilgilenmek üzerine bir sistem geliştirdik. Yemeği basit geçiştirmeye çalıştık. Çocuklara bir uyku düzeni kurduk ki, en azından akşamları birbirimize ve kendimize vakit ayırabilelim. Kitap okuduk, film izledik, muhabbet ettik.
Genç ve çocuksuz dönemlerdeki alışkanlıklarımızda ısrar etmedik. Ailenin tüm bireylerini rahat ve mutlu edecek alternatifler yaratmaya çabaladık. Bazen çocukların arkadaşlarını toplayıp atölyelere gittik, bazen anane ve dede ile kıra kahvaltıya. Bazen hep beraber günübirlik Adana’ya, bazen bir kaç saatliğine Ankara’ya.
Tüm bunlar bize yoğun ve sıkışmış zamanlarda nefes alanları yarattı. Her ne kadar şehir yaşamı bizi bunaltsa ve sonunda kendimizi Ege’de bir kasabada bulsak da, bunu yapacak cesaret ve planlamayı sanırım o minik alanlara borçluyuz. Başka bir hayat için hep bir umudun olduğu fikrine…
Şimdi sakin zamanları bambaşka uğraşlarla hareketlendiriyoruz. Dolu zamanları boşaltıp, minicik alanlar yaratmak yerine, bize ait bol zamanı dilediklerimizle doldurmaya çalışıyoruz. İşte hayatımızda bizi daha olumlu, mutlu ve huzurlu kılan en büyük fark bu.
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...