Bir Öykü Denemesi

48 yaşında olmak hayatının baharında gibi hissettiriyordu. Oysa o da farkındaydı elbette pek çok şeyi artık yapamayacaktı. Kendini aslında hayal ettiklerinin hala yapılma olasılığı olduğuna ikna etme yaşıydı bu belki de. Kim bilir, belki de gerçekten hayal denen yanılsama yaşa bağlı olarak şekil değiştiriyordu. Koşullara uyumlanma coğrafyasında doğmuştu. Hemen her coğrafyada olduğu gibi zordu onunki de. Ölümler ona vurmamıştı belki ama haberi vardı sonuçta faili meçhullerden, beyaz toroslardan, tarikat evlerinden, ahırda asılanlardan, eve kapatılanlardan, sokağa satılanlardan, yol kenarında ölüme terkedilenlerden. Bir çırpıda sayıverdiği bütün bu olayların acımasız çokluğuna şaşıranlardan değildi o. Henüz hayatının en güzel yıllarının önünde olduğuna inanmış şanslılardandı. Piyangoda büyük ikramiyeyi vurduğundan dem vuran ama o bileti nerede kaybettiğinden bir türlü emin olmayanlardan yani.

Sokağa adım atar atmaz gördüğü manzarayı kanıksamış birinin vurdumduymazlığı ile yola devam edenlerdendi o. Kazanın yakıcılığını düşünmeden bakkala uğrayıp bir paket sigara parasını umarsızca cüzdanından tezgaha dökenlerden. Peyniri gramla değil, kilo ile alanlardan bir nevi. Tatil denilince aklına bir şey gelen, hatta yazlık dışında bir yolculuk canlanan minicik bir kesimin istisnai evladı, bu vatanın evladı ama başka yüzyılına ait olanı.

Aynı ülkede, aynı şehirde, aynı havayı soluyan ama bambaşka yüzyılların, bambaşka insanları. Varsılıyla yoksuluyla aynı dertte kavrulan, aynı helvayı kavuran kişileri. Bununki fıstıklıydı ama ne de olsa.

Aklına takılan unutkanlığı ile başa çıkmanın yollarıydı derdi son zamanlarda. Bir defter almıştı 30 liraya, mor, kapağı yalancı deri, hayatı gibi. Ona yazıyordu yapılacakları, yapılmayacakları; 1 kilo beyaz peynir al, kardeşini ara, annenin kirayı hatırlat, kızın kitabını ısmarla, oğlanın basketbol kaydını yenile, yemeği ocakta, anahtarı kapıda unutma. Elin ermişken faturayı da yatırıver Niyazi. Kendiyle dalga geçmeye bayılırdı. Hayatla başa çıkma yöntemi buydu. Kahkahasını güzelleştirme çabası yıllar içinde semeresini vermiş, dillere destan bir çınlamayla eş dost arasında hatırı sayılır bir yer edinmişti. Keşke kendi de böyle bir yer edinebilseydi. Olmamıştı, ama bununla da dalga geçmenin bir yolunu bulmuştu. Soranlara dost meclislerine onu değil, kahkahasını çağırdıklarını anlatırdı. Soran olursa elbette. Keşke. Sahi niye kimseyle konuşamaz olmuştu? Neyse ne canım, hele şu sokaktan bir çıksındı da, sonra düşünürdü bunları. Adımlarını hızlandırdı. Yetişmesi gereken bir yer varmış numarasını yaptı yine. Gününü değilse de, anını kurtarırdı bu numara. Sanki tüm sokak pencereden, balkonlardan gizlice onu gözetliyor, kimsesizliğini yüzüne vuruyor gibi huysuzlandı yine. Derin bir nefes koyuverdi aklındakilerle uçuveren. Adımlarını daha da hızlandırdı. Yetişmesi gereken bir şey yoksa da, hayat ağırdan almaya gelmezdi sonuçta. Mutlaka vardı acelesi. Yola koyuldu bu düşüncenin heyecanı ile. Kendiyle dalga geçtiği kadar, kendini ikna etmenin de ustasıydı. 48 yıl, dile kolay. Bu ömrü ne diye yaşamıştı, kendini hayata hazırlamak için elbette. Hazırdı, hayat başlayabilirdi yaşanmaya. Hazırdı değil mi? Kendi kendine gülümsedi. Etrafına bakındı sonra hani gören olduysa diye pencerenin ardında.

Son defa olacağına defalarca niyet etmiş, niyetini bozmaya sanki inat etmiş, inadına yenilip mağlubiyeti ganimetmiş gibi kabul etmiş bir edayla çantasını açtı. Altın renginde, göşterişli ama belli ki ucuz bir ruj çıkardı. Dudaklarını kan yutmuş gibi kırmızıya, gözlerini gecelerce ağlamış gibi çakmak çakmak aleve teslim etti. Kalçasını hafifçe döndürerek kıvırttı. Bu hareket ruju tamamlamış, geriye saçlarını şöyle bir savurup, adımlarını kaldırımda tıkır tıkır çınlatmak kalmıştı.

48 yaşındaydı. Hayatının dizginlerini eline almanın, hayallerini sırtındaki heybeye, planlarını aklında bir köşeye, imkanlarını ise bankadaki hesabına aktarmanın tam zamanıydı. O da öyle yaptı. Dudaklarını yaladı, saçlarını eliyle savurdu, topuklarını sağlam bastı ve geriye dönüp bir kez olsun bakmadı. kalan hayatının ilk günü böyle başladı. Tam 48 yaşındaydı.

Kitap: Evlilik, Doris Lessing

2020 çok değişikti. Pek çoğumuz için acı, tedirginlik, şaşkınlık gibi zorlayıcı hisleri dibine kadar deştiğimiz bir yıldı. Kendi adıma kayıpların acı girdabında ve belirsizliklerin tedirginliğinde epey zorlandım. Babamı, ananemi ve teyzemi kaybetmek beni çok hırpaladı. Çocukların eğitimlerinin aksaması ve fiziksel, sosyal sıkışmışlıkları ise çaresiz hissettirdi. Bunlara rağmen 2021’e heyecan, heves ve umutla başladım. Kendime koyduğum hedefler ve kafamda planlar var. Daha önemlisi enerjimi, gayretimi ve ilgimi yönlendirmeyi düşündüğüm, beni mutlu eden, umutlandıran şeyler var.

Kitaplar her dönem olduğu gibi şimdi de benim can simitlerim, yol göstericilerim, dostlarım. Okuduğum kitaplar hakkında yazmaksa, bu deneyimi derinleştirip zenginleştiren en güzel unsur.

2021’de bitirdiğim ilk kitap Doris Lessing’in Evlilikler isimli romanı. Roman, beş kitaptan oluşan Argos’taki Kanopus Arşivleri serisinin ikincisi. Diğer kitaplarını okumadığım için serinin bütününü değerlendiremiyorum. Kitap, Niran Elçi çevirisi ile Delidolu yayınevinin yayınladığı 344 sayfalık bir roman. Kitabı sevdim, hatta çok sevdim. Roman ve distopyasever biri olarak beni ziyadesiyle tatmin etti.

Doris Lessing yaşadığı hayatla da epey ilgi uyandıran, Nobel ödüllü bir yazar. Kadın hareketi, ırkçılık, komünist hareket, feminizm, nükleer enerji karşıtlığı gibi pek çok alanda aktivist hareket içinde yer almış. Üretken bu yazarın eserleri hakkında da şuradan harika bir derlemeye ulaşabilirsiniz.

Gelelim Evlilikler’e. Argos’taki Kanopus Arşivleri serisinde yaratılan dünyanın kadın ve erkek ilişkisi üzerinden tasviri denebilir bir anlamda. Ancak esas mevzu, bu ilişkinin cinsiyet temelli yaşayış biçimi, bakış açısı, hayatın anlamına dair sorgulamalar ve kabullenişler, milkiyet, özgürlük ve dayatma gibi sağlam temelleri barındırması. Kitapta anaerkil 3. kuşağın kraliçesi Al-Ith ile ataerkil 4. kuşağın kralı Ben Ata’nın, bir üst akıl tarafından zorla gerçekleştirilen evliliği anlatılıyor. Bu iki karakter, kadının ve erkeğin egemen olduğu aileleri ve toplumları da kendi bünyelerinde barındırıyor. Zarafetin ve bolluğun, özgürlüğün ve anlayışın temellendirdiği anaerkil yapı kraliçe Al-Ith ile, güç ve dayanıklılık, sabır ve fethetme güdüsü ise ataerkil, barbar kral Ben Ata ile cisimleşiyor. Bu iki karakter kendi dünyalarının özelliklerini, karşıt veya farklı bir düşünce ve yaşayış ile birleştirmeye zorlanıyorlar. Zamanla cinselliğin getirdiği çıplak bir güven ve iletişim sayesinde eridikleri pota, okuyucuya günümüz kutuplaşmış dünyasının uzlaştırılmasında da bir umut ışığı yakıyor.

Karakterlerin o güne değin içselleştirdikleri özelliklerinin farkına varmaları ve başka türlüsünün de mümkün, hatta daha iyi olabileceği gerçeğini kavramaları çok manidar. Barbarlık denen şeyin çaresizlik, ahlaksızlık denen şeyin özgürlük olabileceği, kadın ve erkek ilişkileri boyutunda işleniyor. Ancak bunu kral ve kraliçe ekseninde, üstelik bir üst akıl zorlaması ile topluma uyarladıklarında varılan sonuç ilginç. Öyle ki, alışkanlıklar ve inanışlar bir toplumun her anlamda refahını ve mutluluğunu, huzurunu etkiliyor. Diğer türlüsünün gösterildiği alternatifler ise yepyeni ve umut dolu bir yol açabiliyor. Fakat bu yola çıkmak beraberinde sorgulamaları, engelleri, bağnazlığı, vazgeçişin direncini de getiriyor.

KİTAP SERİSİ: DORIS LESSING - ARGOS'TAKİ KANOPUS ARŞİVLERİ | Profesyonel  Kitap Bloğu

Özellikle kitabın sonlarında olay örgüsüne beşinci kuşağın vahşi kraliçesi dahil edilerek, okuyucuya dönüşümün ve varoluşun sürekliliği ile ilgili zengin bir düşünce deneyimi vaadediliyor. Kitabı bitirdiğimde bu sonsuz döngünün gücü ve sürekliliği beni büyülemişti bile. Özellikle iletişimin bireyleri dönüştürmede ne denli etkili olabileceği, bunu her bireyin kendi deneyimleri ile farklı şekillerde hayata geçirdiği ince ince işlenmiş.

Toplumsal katmanların ve kutuplaşmanın giderek coştuğu günümüzde bu düşüncenin üzerinde durmak önemli bence. Kitap kişisel deneyimlerimize bunu katmada başarılı.

Sadece iyi kurgulanmış, bireye odaklanan bir distopik roman keyfi için bile okunması gerekir.

Yerdeniz Büyücüsü

Ursula K. Le Guin ile gençliğimde tanışmıştım. İlk tanıştığım kitabı da elbette Yerdeniz Büyücüsü idi. Seriyi bir hevesle tamamlamış, uzun süre etkisinde kalmıştım. Sonra Yüzüklerin Efendisi serisini okurken de ilk tanıdığım gerçeküstü dünyaları hatırlayıp, ustaya zihnimde selam durmuştum. Çocuklarımı da yazarın tek çocuk kitabı olan Balık Çorbası ile tanıştırdım ve sıranın Yerdeniz Üçlemesi’ne gelmesini heyecanla bekliyorum. Yıllar sonra, pandeminin sürreal belirsizliği bir şekilde beni yine bu seriye itti sanırım. Yer yer unuttuğum ve özlediğim dünyaya geri döndüm.

İlk kitabın konusu büyümek. Şimdi bambaşka bir gözle ve sanki büyümeyi bir parça daha başarmış bir kadın olarak okuyorum elbette. Çok farklı yerlerini keşfedip, üstelik alt okumalarda daha derine dalabiliyorum. En azından hissettiğim böyle. Tadı bambaşka ve fakat hâlâ muhteşem.

Kitaptan çıkardığım ilk ders, eğer güvenli limanlarında takılır kalırsan, belki huzurlu, hatta keyifli bir hayat yaşayabilirsin. Fakat maceranın, gücün, gerçek büyümenin ve keşfin o limandan ayrılma cesareti ile yaşanacağı gerçeğini unutma. Risk yoksa, gerçek deneyim de yok.

İkincisi ise, korkularınla karşılaşma cesaretini ve çabasını göstermezsen, hayatını o korkunun pençesinde yaşamaya mecbursun.

Üçüncüsü ise, büyümek cesaret işidir. Keyfi de budur. Hayattan payına düşen lokmayı almak için çabalaman gerek. Ancak böylece olman gereken insan olur, büyüyebilir, potansiyelini gerçekleştirebilir ve senin olanı yaşayabilirsin.

Eee, ne duruyoruz o halde?

Yetenekli Çocuğun Dramı

Alice Miller psikoloji dünyasında çok bilinen, 80’lere kadar mesleğini fiilen yapmış, sonrasına kendini yazmaya adamış ödüllü bir psikanalist ve yazar. Şimdiye kadar Türkçe’ye çevrilen 4 kitabından ikisini, Hayat Yolları’nı ve Yetenekli Çocuğun Dramı’nı okudum. Güncellenen son kitap olarak Yetenekli Çocuğun Dramı daha fazla kendinden söz ettirse de ben Hayat Yolları’nı daha çok sevmiştim.

Alice Miller, meslek yaşamı içinde Freud ekolünün iyi bir temsilcisi ve savunucusu noktasından, tamamen çocuğa odaklı bir noktaya gelmiştir. Her iki kitabı da bu anlamda net bir duruş sergiliyor. Çocukluk, özellikle de ilk yaşlar yetişkin hayatın barındırdığı tüm duygu, davranış, iyi veya kötü çalkantıların tümünden sorumludur çıkarımına giden bir söylemi, danışanlarının hikâyeleri ve çıkarımları ile destekleyerek vurguluyor.

Beni ikna ettiği, içime dokunduğu, bir anda ciddi bir uyanış sağladığı yanları oldu kitapların. Bazı cümlelerin içinde kayboldum. Çocukluğuma ve sonra kendi çocuklarımın hayatlarına derin bir yolculuk yapmama sebep oldu. Bazı noktalar netleşti hayatımda.

Öte yandan herşeyin, ama neredeyse herşeyin, bu döneme bağlanması, dahası bu dönemde yaşananların hiçbir koşulda yardımsız ve tramva öncesi hatırlanamıyor olması beni soluksuz bırakan bir çıkarım oldu. İlk çocukluk döneminde anne ve babanın koşulsuz kabulü sebebiyle onlardan gelen tüm davranışların ve duygu aktarımlarının sorgusuz içselleştirilmesi, sorunlu duygu ve davranışın farkına varamamaya sebep olur söylemi mesela… Sadece bu nedenle kitapları okuduğum için üzüldüm desem pek yalan olmaz. Ben bu insanı umutsuz bırakan söylemleri sevmiyorum.

Kitap olarak okuması, hem içsel yolculuk kesintilerine sebep olması (ki aslında nefis bir durum bu), hem de açıklamaların bir noktada hep aynı çıkarıma hizmet etmesi sebebiyle biraz zor diyebilirim.

Kendinizle ve ailenizle ufak da olsa bir derdiniz varsa, dahası çocuk yetiştiren biri iseniz bence okuyun. Pek çok ebeveyn kitabından yeğdir.

“kişinin çocukluğunda oyuna kendini kaptırarak bir şeyi elde etme hevesi içinde ve tamamen kendisi ile baş başayken bir görevi yerine getirmek için çağrılması ve ‘doğru dürüst’ bir şeyle uğraşmaya zorlanması, dolayısıyla yaratıcı bir biçimde kurmaya çalıştığı çocukluk dünyasının başkaları tarafından bu yoldan darmadağın edilmesi yetişkinlikte hazırlanan bir ortamda ana hatları ile hep yeniden sahneye konmaktadır.” sf 69.

“Çocuklarımızın onlara acı verdiğimizi kavrayıp bunu dile getirebilmesi ve böyle yaparak bizr hatalarımızı ve ihmallerimizi görüp özür dilememiz için fırsat vermesi büyük bir şanstır. Bu özür dilenince, çocuklarımız şiddet uygulayan gücün, ayrımcılığın ve aşağılamanın kuşaktan kuşağa aktarılan zincirinden kurtulabilir. Erken yaştaki çaresizliklerini ve bunun doğurduğu öfkeyi bilinçli olarak yaşayabildikten sonra kendilerini çaresizlik anlarında güç kullanarak savunmalarına gerek kalmaz. ” sf 93.

Telgraftan Tablete

Bugün kitap kargomdan pek çok güzel kitap çıktı.

Elime ilk ulaşan kitap Evrim Kuran’ın kuşaklar teorisini anlattığı Telgraftan Tablete kitabı oldu. Yıllar önce Evrim Kuran’ı bir seminerde dinleme fırsatı bulmuş ve anlattıklarından çok etkilenmiştim. Hatta o zaman bunun hakkında şurada okuyabileceğiniz bir yazı da yazmıştım. Kitabı da konuşması gibi akıcı ve nokta atışı isabetlerle dolu. Bu sebeple sanırım bir çırpıda okudum.

Kitap daha önceden okuduklarıma pek yeni bilgi eklemedi aslında. Çünkü bu konu benim için epey ilginç olduğundan yabancı kaynaklarda da epey okumuştum. Fakat yazarın kendi aile hikâyeleri ve kullandığı nefis dil kitabı son derece cazip kılmış. Her bir kuşağın kendi ailesindeki izdüşümü bireyini anlatan yazar, kuşakların yaşadıkları zaman diliminde Türkiye koşullarına bakmayı da ihmal etmemiş. Bu noktada epey bol olan toplumsal olayları da gayet yerinde analiz etmiş. Görmek isteyip de rastlayamadığım tek olay ‘gezi’ oldu. Y kuşağı bölümünde neden yer vermediğini merak ettim aslında. Onun bakış açısı ile okumak isterdim.

Özellikle henüz derin bir analiz için yeterli veri oluşmayan Z kuşağı yani çocuklarımız hakkında, geleceğe dair umut vaadeden, dahası coğrafyayı keskince eleştiren bölüm benim favorim oldu.

Kurumsal hayat eksenindeki bölümleri çalıştığım zamanlardaki ortamımı düşünerek okudum. Son derece iyi tespitler ve çözüm önerileri var. Özellikle insan kaynakları ve yönetici seviyelerinde okunması epey faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

Çocuklarımın öğretmenleri BB kuşağından. Öğretmen olan ve çocuklarımızı yetiştirirken her daim yanımızda olan annem ve babam da öyle. Sık sık biraraya gelmeye ve çocuklarla vakit geçirmesine özen gösterdiğimiz ananem ise sessiz kuşaktan. Biz eşimle tam anlamıyla X kuşağıyız. Etrafımızda hatırı sayılır Y kuşağı arkadaşımız var. Çocukların ikisi de Z. Anlayacağınız birlikte yaşamak adına çok fazla ‘bağlama’ ihtiyaç duyuyoruz. Kitap bu anlamda nefis öneriler barındırıyor.

Birkaç güzel alıntı yapmak isterim.

“Ait olduğunuz nesil, size şekil veren neslin bir benzeri değildir; size şekil veren nesle şekil veren neslin bir benzeridir.” sf.26

“Galatı meşhur, lügati fasihten evladır…” sf.71

Nefis laf, yeni öğrendim.👍

“Oysa ironi ne ince bir sanattı; okur olmadan yazar olanların mezbahalarında murdar oldu.” sf.90

  • ” Akıllı telefonlar olmadan önce ne yaptığınızı hatırlayın; çocuklarınızla oyun oynayın.
  • Akşam yemeği sohbetlerini ihmal etmeyin. Yemek masasından telefonları kaldırın; yemek esnasında televizyonu kapatın.
  • Çocuklarınıza günlük ev işleri sorumlulukları verin: Masa kurmak, yatak toplamak, bulaşık yıkamak gibi. Sorumluluk öz değeri artırır.
  • Abur cuburu azaltın; meyveyi sebzeyi artırın.
  • Kendi kendilerine oyun kurmalarına, kendi başlarına ( dijital olmayan) oyunlar oynamalarına izin verin.” sf.148

Eline, diline, emeğine sağlık. Hararetle tavsiye 📚💖👍

Harem Geceleri*

“Yazar Fatma Mernissi, Paris müzelerinde, Henri Matisse tarafından yapılmış Türk odalıkların tablolarını gördü.

Onlar harem kadınlarıydı: cinsel zevk verici, duygusuz, itaatkâr.

Fatma tabloların tarihlerine baktı, karşılaştırdı, kanıtladı: Matisse’in onları böyle resmettiği dönemde, yani yirmili ve otuzlu yıllarda, Türk kadınları vatandaşlık haklarına sahiptiler. Üniversiteye ve parlamentoya giriyor, boşanabiliyor ve peçeyi söküp atıyorlardı.

Kadınlar hapishanesi olan harem Türkiye’de yasaklanmıştı, ama Avrupalının hayal gücünde varlığını sürdürüyordu. Gündüzleri tek eşli, rüyalarındaysa çokeşli olan erdemli beyefendilerin, aptal ve dilsiz dişilerin zindancı erkeğe zevk vermekten çok mutlu oldukları bu egzotik cennete serbest giriş kartları vardı. Herhangi bir sıradan bürokrat, gözlerini kapar kapamaz, göbek dansı yaparken sahibi ve efendisiyle bir gece geçirebilmek için ona yalvaran bir sürü çıplak kadının okşadığı kudretli bir halifeye dönüşüyordu.

Fatma bir haremde doğmuş ve orada büyümüştü.”

*Kaynak: Eduardo Galeano, Kadınlar, Sel Yayıncılık, sf. 190

Bu muhteşem kitap kadınların gücü ve erkeğin bu güçten korkusunun sebep olduklarını görmek için olunmalı. Kitapta Türkiye’den tek örnek bu, ama etrafa bakmak görmeye yeter nicelerini…

Yazmak

Yazasım gelmiyor. İçimden yazıyorum hikayelerimi. Dile gelmiyor. Ama yazmalı, yoksa içimde çoğalacaklar, azaltmalı…

Sosyal medyayı seviyorum. Epey de kullanıyorum. Hep güzellikler, ana akım medyada bulamadığım haberler ve okumaya doyamadığım bloglar, makaleler. Üstelik dikiş için modeller, yemek için tarifler de cabası. Evrene baktığım ikinci pencerem. İlki doğa ve çocukların gözleri elbette 😉

Benim evrenimden de bir kapı elbette dış dünyaya. Hem @annegozuyle ‘de, hem de @ayvalik_kutuphanesi hesabında bolca fotoğraf ve düşünce paylaşıyorum. Kitaplar tanıtıyorum, etkinlikleri duyuruyorum, insanları güzelin farkına varmaya davet ediyorum. Fakat eskisi gibi ülkenin günlük olaylarına, geleceğe dair kaygılarıma yer vermiyorum. Çünkü çare olmadığını farkettim, ne içimdeki yangına, ne de olayların akışına.

Oysa sabah portakal çiçeğinin kokusunu fotoğrafa aktarmaya çalıştıktan hemen sonra, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin gözaltına alınma videosunu izleyip ağladım. Evet yaşlarla, hönkürerek ağladım. Belki de Bosna’da bundan sadece 25 yıl önce olanları anlatan Carsten Nagel’in Zehra isimli romanı idi sebep. Öyle ya gözümün önüne geliveren tüm bu vahşet görüntüleri yoksa nasıl açıklanabilir?!

Minik dokunuşlar gerekli kişisel yaşama, sevgiye ve umuda dair. Sonra da beklemeli çoğalmasını onların tüm insanlıkta…

Kitap Kulübü Kurma Hikayemiz

Ayvalık’a yerleşince farkettik ki burada bir kitapçı yok. Evet yok! Bir tane var sayılır ama tam değil 😵 Sahaf var, fakat yetersiz elbette. Gerçi kitap alışverişini genelde internet üzerinden yapıyoruz. Öte yandan kitapçı gezmenin keyfi de bir başka. Tam ‘al sana kasaba hayatı’ nidaları ile kendimizi ‘biz size demiştik, yapamazsınız, özlersiniz büyükşehri’ söylemlerine kaptıracaktık ki; mis gibi, şahane, nefis kütüphaneyi keşfettik. 😜😉

Ayvalık’ın kütüphanesi tepenin üstünde koca bir bina. Oldukça geniş. Kışlar sıcak ve kuru, yazlar serin ve ferah şekilde bir iklime ev sahipliği yapıyor. 😄 Manzara desen, malum leb-î derya deniz. Çocuklar için satranç tahtaları, yer minderleri ve çeşitli oturma alanları ile geniş bir salon ve ayrıca daha küçükler için minik bir sahnesi, minderleri, kukla tiyatrosu düzeneği, oyuncakları ile bir başka salon daha!😉👍 Yetişkinler bölümü kitap dolu. Kıvrıl deri koltuğun birine, saatlerce oku. Ayrıca gençler rahat ders çalışabilsin diye ayrı bir salon, engelliler için başka bir salon, mini toplantılar için farklı bir tane daha, kocaman bir konferans salonu, sergi salonu, ebrû atölyesi… Bak yazarken yoruldum, o derece.

Kitaplar desen binlerce. Yenisi, eskisi, günceli, edebîsi, dergisi, antikası… Sürekli yenileniyor üstelik.

Ee, böyle şahane bir ortamın, emeklisi bol, yapacak işi az nüfusu yoğun bir kasabada dolup taşması beklenir değil mi? İşte o öyle olmuyormuş. Okumayan yurdum insanı burada da okumuyor. Okuyan epey ciddi bir kesim de, kütüphane alışkanlığını kaybetmiş veya kazanamamış. Bu nedenle ihtiyacı olmasına rağmen kütüphaneye uğramıyor. Biz bir kaç ay sonra baktık ki olmuyor, fazla sessizlik bize göre değil; çocuklarla bu işe bir el atmaya karar verdik. İşte kendimizi kütüphane gönüllüsü ilan etmemiz bu şekilde oldu.

Sonra kütüphane müdüremizle konuştuk. “Seviniriz, ne yapmak isterseniz destek veririz” dedi. Halkın verimli ve yoğun instagram kullanımına güvenerek @ayvalik_kutuphanesi hesabını bu şekilde açtım. Paylaşımlar yavaş ve emin şekilde çoğaldı.

Derken bizim gibi İstanbul yeni göçmeni, dinamik ve gayretli bir Ayvalık annesi ile yolumuz sosyal medyada kesişti. Bir kaç yazışma, olumsuz yorumlara rağmen, bizi kitap kulübü kurmak için galeyana getirmeye yetti. Kitap kulübü fikri yıllardır aklımdaydı ama ortamını henüz bulamamıştım. İşte zamanı ve yeri gelmişti.

‘Başlayalım, kervan yolsa düzülsün’ dedik. Dört bir koldan duyurulara başladık. Sosyal medya hesapları, okullar, kafeler, karşılaştığımız insanlar… Dilimizde bir kulüp lafı, konuştuk bol bol.

Önce Ayvalık Anneleri Kitap Kulübü buluşması ayarladık. Heyecanla beklerken, ‘belki de kimse gelmez ve biz ikimiz başlarız’ diye konuşuyorduk bir yandan da. O gün hangi kitabı seçeceğimize karar verirken 6 kişiydik. 📚👏🎉🎆 Bir ay sonra ilk buluşmada birbirini henüz tanımış 4 kadın, Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı üzerinden hayatı, kadını, evliliği, hayalleri, göçü ve Ayvalık’ı konuşuyorduk. Yaşadığım mutluluk ve tatmini anlatacak kelimelerim yetersiz.👍

Çocuklar için her haftasonu anne-çocuk kitap kulübü yapmaya karar verdik. Şu ana kadar 5 kez buluştuk. Her defasında birileri geldi. Bazen oyun oynadık, bazen kitaplar okuduk, çoğu zaman sohbet ettik. Benimkiler çok sahiplendi. Hatta kızım bir afiş tasarladı ve sınıfında sunum yaptı. Okulun çeşitli yerlerine astık. Hayata geçirmek için heyecanlandığımız yepyeni fikirlerimiz ve projelerimiz var.

Katılımın çok olmasını önemsemiyoruz. Sürekli olması daha önemli. Bu sayede bir farkındalık yaratmayı umuyoruz. Amacımız kütüphanelerin birer yaşam alanı olduğunu anlatabilmek, yararlanan kişi sayısını artırabilmek. Ayrıca elbette kütüphane deneyimlerimizden kendi adımıza aldığımız zevki ve faydayı artırmak.

Bu tarz bir oluşum için istek, emek ve inat gerekli diye düşünüyorum. Sonrası bol duyuru ve sabır işi.

Biz elimizi taşın altına koyduk anlayacağınız. Feyz alan olursa mutluluğumuz daha da çok artar. 😉📚💞

Not: Bu yazıyı özellikle isteyen tatlı kadına da ayrıca selam olsun. 😄💜

Ayvalık Kitap Kulübü

Eğer bir sanat eserine gereken zamanı ve ilgiyi veriyorsanız, ondan bir an almamanız mümkün değil. Mutlaka size dokunan bir duygu veya içinizde tetiklenen bir düşünce oluşur ve o sanat eseri artık size ait olan ‘o an’a dönüşür. Üretenden bağımsızdır ve sizin zihninizde yaşamaya başlamıştır. Yeri ve zamanı geldiğinde döner döner yine gelir… Sanat öyle harikadır işte.

Ben en fazla ilişkim olan kitaplardan bahsedeceğim. Resim, heykel bende bir yere kadar ne yazık ki. Ama çocuklarımda yerleri geniş olsun diye uğraşıyorum elbette. Benim bilebildiğimden bir adım ileriye, benim dimağımın alamadığından fersah fersah öteye 😉 Cibran ne demiş, ‘onlar ok, biz yayız’ 💜👍

Bilgiyi süzüp de veren kitapların yeri başka. Onlar baştacımız elbette. Benim, içinde kendimi kaybettiklerim romanlar. Her biri başka bir alem, her biri ayrı ayrı başımın tacı.

Roman okurken her insan bir karakteri kendine yakın hisseder. Birini anlar, ona hak verir, acısını hisseder, onunla heyecanlanır, o mutlu olsun ister. Ana karakter olmak zorunda değildir o. Çünkü okuyan insanın hayatından bir duygu, bir an, bir fikir vardır onda. Onu alır, kendine döner, kendi hayatını evire çevire okur kitapta. İşte o kitaplar insanda başka bir yere sahiptir. Biraz iddialı olacak ama; eğer bu tarz, bu yazar, bu kitap bana hitap etmiyor diyorsanız, henüz o kitaptaki hiçbir duygu ve düşünceyi deneyimlememişsiniz demek bence. Konudan, olayın geçtiği zamandan ve mekandan bağımsız olarak hissedilen duygular ve tetiklenen düşünceler… Yaşamanızı zenginleştirmenin en kolay ve ucuz yolu, romanlarda kendinizi kaybetmek, yeniden bulmak, yoğurmak, anlatmak, paylaşmak, irdelemek, düşünmek…

İşte bu yüzden kurduk kitap kulübünü. İlk kitap Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar. 13 Aralık Ayvalık Kütüphanesi’de o kadınları, o yaşamları, o duyguları, o olayları konuşmak için biraya geliyoruz. Kendi içimize bakıyoruz. Bekleriz 😉📚💝

Mutluluk İçimizde mi?

Bu aralar ardı ardına Jane Austen ve günümüz tarihi romantiklerini tüketiyorum. Sonuç; yaşam her dönemde ve her coğrafyada oldukça zorlu.

İngiltere’nin modern ve rahat, son derece kolay hayatına mı imreniyorsunuz? O halde 1700’ler İngiltere’sine buyrun. Düşük sosyo ekonomik düzeydeki insanların hayatının ne derece zor olduğunu okuyun bi zahmet romanlardan. Üzerine biraz Mo Yan, biraz Márquez, biraz Yaşar Kemal alırsınız belki.

Giderek karamsarlığa ve öteki hissetmeye başlayan ciddi bir kesim var. Döngünün ibresi farklı bir yönü her işaret edişinde paniğe kapılan ve huzuru bozulan bir güruh oluyor. O güruha dahil olmakla, aklı-selimi korumak arasında bir yerdeyim nicedir. Ay da tutulacak zamanı buldu 😇 Karmakarışık bir ruh sıkıntısı, pırıl pırıl bir güneş altında ışıldayan denizin suyunda boğuluyor aslında. Yaz dediğin tam da bu değil mi?

Gidenlere kalanlar, umutsuzlara uğraşanlar, karamsarlara da güneş veriyor cevabı. Oysa his dediğin kişiye özel ve herkes haklı bu anlamda. Neyse ki ortak bir derdimiz var bizi kurtaran; akşama ne yiyeceğiz? 😂 Öyle ya, aç ayı oynamıyor.

Bir kısmımız eğitimin, diğerleri ödenecek kredilerin, giderek artan bir kesim başka coğrafyaların, kimisi karısının veya kocasının, en hak verilir olanı sağlığının derdinde, tüm gücüyle gününü ve bunun hakkını verebilirse yarınını kurtarma peşinde. Bu arada ojesinin rengini eteğine uydurmaya çalışanların yaşadığı zaman ve mekan ne hoş olmalı değil mi? 😉

Bugün çocuklarla konuşurken, ‘kendinizi özgür ve rahat hissedeceğiniz herhangi bir coğrafyada yaşayabilirsiniz büyüdüğünüzde’ gibi bir mevzu geldi kondu ortaya. ‘Mutlu olabileceğimiz mi’ diye sordular. Onlara mutluluğun insanın içinde olduğunu, başka etmenlerin minik katkılar dışında önemli olmadığını anlattık. Örnekse; ‘masasa en sevdiğin yemek olsa dahi, başın ağrıyorsa mutlu etmez bu seni. Oysa keyfin yerindeyse, yemek ne olursa olsun mutlu olabilirsin karnın doyduğunda’ oldu. Ne dersiniz, başka coğrafyalara mutluluk için mi, derdimizi kendimiz seçebilmek için mi gönül veriyoruz? Bulabileceğimiz hangisi olur?