Kına Yakalım O Zaman

1999 yılına girdiğimiz yılbaşı günü idi. Yazarken bile bir kez daha düşündüğüm, dile bile garip gelecek kadar geçmişte kalan yıllar. Meslekte ilk yıllarım. Deliler gibi çalışıyoruz. Mesai kavramı günleri değil, gündüzleri karıştıracak kadar birbirine girmiş. Genciz, çok genç. Dünya omuzlarımızda, gençlik serde, gelecek önümüzde. Cahilliğimiz kadar cesur, cesaretimiz kadar güçlüyüz.

Disket denen bilgisayar aletinin ! gündemde olduğu, cilt cilt dosyaların tüm işe hâkim olduğu, internetin henüz hüküm sürmediği, fax denen aletin çok önem arz ettiği, bununla beraber çok çalışırken çok eğlendiğimiz ve öğrendiğimiz yıllardı.

O akşam ne yapacaktım hatırlamıyorum. Ama öğle yemeğine bir kala bilgisayarın hafıza kaybına uğradığı, kendisiyle beraber bir kaç güne yapılacak büyük bir sunumu da tarihin çöplüğüne mahkum ettiği o talihsiz saat zihnime kazınmış. Haftalardır ev yerine işyerinde yaşamanın acısını, işten erken çıkıp, gençliğe yakışır bir eğlence ile yılbaşına bağlamak dileğindeydim. Bunun gerçekleşmeyeceğini anladığımda bir çılgınlık yapmak zorunlu hâle gelmişti elbette.

Aklımda bir plan olmadan, o gecenin işte geçeceğinin bilinciyle çıktım dışarı. Hemen işyerime kapı komşu olan kuaföre daldım. Akşam için fön çektiren kadın kalabalığının arasında ne çaresiz bir görüntüm varsa artık, bana aşina kuaförüm olmayan bir randevu yarattı yok yere ve çöktüm koltuğa. Aynada gördüğüm yüzüm, ifadesini de sabahki dosyalarla kaybetmişti sanki. “Kes” dedim, “kes abi kısacık, kızıla boya üstüne de”!

Hayret ki hayatımdaki tek saç boyama maceram saçlarımın tek sefer gördüğü kısalıkta sürdü. 3 milimetre kızıl saçlı, miniminyon biri bana aynadan şaşkınlıkla bakıyordu anında.

Sonra o kızı çılgın hayalleri ile sokağa salıp, kendimi işe koştum elbette. Saatlerce süren dosyalardan bilgisayara, oradan da sunuma geçirilen bilgiler arasında durup durup o kızın şimdi Taksim Meydanı’ndaki yılbaşı partisinde ne kadar da çok eğlendiğini, klavyeye basmaktan değil, dansetmekten yorgun düştüğünü düşünüp gülümsedim. Uykuya direnç olsun diye kafaya diktiğim her fincan kahvede, bir şerefe de ona kaldırdım.

Henüz gelen yılın kaosu, yoğun dip balçığı, hararetli sıcağı ve olanca çılgınlığına ancak böyle dayanabileceğimi bilmiyordum elbette.

O günden sonra saçlarım hep uzun. O günden sonra saçlarım hep kınalı. Bahar gelirken kışa şükür niyetine bu seferki kına karışımım pancar ve kırmızı soğana dayalı. Gençlik belki kalmadı serde, ama olduğundan daha cesur ve akıllı hüküm sürüyor hâlâ yüreğimde…

Ha gayret…

İçimden geçen projeler bütününü toplayıp bir çırpıda kasabanın üzerine boca edesim var. Çizgi filmde olsam, içimden ışın kılıcı misalî proje fışkırtarak patlardım sanırım. Gerçek hayat ise insanın üstüne günlük güzelliklerle sorumlulukları boca ediyor ve tembellik ile bahaneler güruhunu vız vız kulağa boşaltıyor. El işlemez, gönül sıkılır, gün akıp gider hâlde kalakalıyor insan evladı. Dolunaya takıp fikirleri, birer örümcek ağı ile, ayın tüm haşmeti ile bir bütün proje örmesini, alıp göğe savurmasını, özgürce dalgalanmasını diliyor insan. Heyhat, gün hayale sarılma değil, iş tutma günü. Zira giden gün yapış yapış dimağa kök salsa da, beden oturmuş kalmışsa derman olmuyor hareketsizlik derdine.

Şimdi yavaşça uzanıp kaleme kağıda, bir bir dökmeli zihindekileri deftere. Ardından elinden tutup, insana, mekana, zamana uydurup yola çıkmalı. Ha gayret…