Geç Olsun da Güç Olmasın

Aslında tam olarak öyle de değil. Yani olacaksa zamanında olsun. Yine bir Kumkurdu klasiği olacak ama; her şeyin bir zamanı var. Zakarina’nın babası ile balığa çıkmasının bir zamanı, o oltaya balığın vurmasının bir zamanı, Kumkurdu’nun denize atlamasının bir zamanı… Sonuçta yaşamımızın bize getirdikleri ve bizim planladıklarımızın da bir zamanı var.

Bilenler biliyor, bir süre önce bambaşka bir yaşam biçimine adım attık. Artık sabahları belli bir saatte uyanmak için saati kurmuyoruz. Ama daha önceki hayatımıza göre daha erken bir saatte kalkıyoruz. Kahvaltımızı daha sakin fakat daha kısa zamanda yapıyoruz ve daha çok keyif alıyoruz. Hazırlanmak için daha çok vaktimiz var, ama hemencik kapıda oluyoruz. Film izlemek için saatlerimizi ayarlamamız gerekmiyor, ama hiç film bile izlemedik daha. Yemekler bile daha lezzetli, oysa menülerimiz hemen hemen aynı.

Aslında yaşamımız, yaşadıklarımız aynı. Aldığımız lezzetse çok farklı. Aynı olaya bakıyor olabiliriz. Biz aynı insanlarız, yaşadığımız hayat da hala bizim yegane hayatımız. Diğer yandan özümüze daha yakınız büyük olasılıkla. İnsan çalışmak için değil, yaşamak için var bence. Yaşamak için çalışmak gerektiğinde çalışsa da, bu pek insanoğluna göre değil. Eğer merakını uyandırıyorsa yaptığı iş, ne ala! Oysa günümüz düzeninde sistem, çarkı döndürmek üzerine. İnsana haz verme öncelikli bir amaç değil. Yaşamsa bir haz alma mekanizması. Kendi ruhuna zevk vermeyen insan, önce ve en çok kendine, sonra da yakın ve geniş çevresine zulüm ediyor. Anladığım ve algıladığım kadarıyla, bizim kendi çarkımızın dişlisine soktuğumuz çomak, ruhumuza hakettiği ve ihtiyacı olan zevki vermeye ayarlandı bir süredir. Bundandır aldığım nefesin elma kokulu olması, bundandır şarap kokulu muhabbetlerin tadı, bundandır içimdeki hayata daha çok katılma arzusu…

Ruhunuzu dinleyin derim. Emin olun hayat bir şekilde işbirliğine başlayacak sizinle. Son demde, eğer zorluklar çıkarıyor, direniyor gibi görünüyorsa; ki bende olan tam da bu; o da zamanı gelmediğindendir… Zamanı gelince en büyük balığı yakalamış olduğunuzdaki zevki ruhunuza bahşedecektir emin olun. Yeter ki önce kendinize, özünüze; sonra da hayatın size biçtiğine güvenin. Emin olun, mutluluk gözlerinizde ışıldayacak… Kendime “kızım sana söylüyorum, gelinim sen de anla işte” yazısı olarak tarihe geçsin isterim… 🙂

Evlerim

Bir toprak evde doğdum ben. Yemyeşil bir Anadolu köyünde. Tek göz odasında mutfağın, banyonun, salonun ve yatak odalarının ayrı birer köşe olarak belirlendiği evimizde, havada asılı boşluktu benim odam. Tavana asılı bir çingene beşiğinde mutlu bir bebektim. Sonra yepyeni bir beton eve taşındık. 2 odaya sahip o minik lojman, benim ve kardeşimin engin hayal dünyasında uzay kadar genişti. Oysa aslında ne kadar da minikti 🙂 Bize kocaman gelen bir masanın altında dünyaları keşfederdik. Yüklük olarak yapılan bir girintiyi annem saolsun bize vermişti. Yığılı yatakları özgürce dağıtmak, atlamak ve zıplamak en sevdiğimiz oyunlardandı. Bir de sandalyeleri ters çevirip yolculuğa çıkardık kardeşimle. Bazen bir araba, bazen gemi, kimi zaman da uçak olurdu o sandalyeler. Pencerelerin cumbası vardı mini mini. Kışın yağan karı seyretmeye doyum olmazdı. Okulun binası ile paylaştığımız kocaman bir de bahçemiz vardı. Çakıl taşlarında, kiraz ağaçlarında, kalın taş duvarlarında koştururduk. Ah zaman…

Sonra evler, evler, evler oldu. Sadece 2 ay kaldığımız bir orman köyünde nefis bir lojmanda oturduk. Ormanın içinde bir taş binaydı ve gerçekten nefisti. Derken son derece pis sokakları ile köylerin yüz karası bir yerde altı ahır, üstü tek göz bir toprak evde kaldık. Yandaki odası yıkıldığı için tek göze düşmüştü. Sağlamlıktan eser olmayan merdivenlerinden inip, bahçenin en ucundaki tuvalete giderdik. Garip olansa köye ait şifalı yeraltı suyu olan bir hamamın olması idi bana kalırsa. Sadece suyla olmuyor temizlik…

Hattuşa’yı bilir misiniz? Eskişehir’in göbeğinde bir kadim zaman anıtıdır. Oraya çok yakın, zamanında epey kalabalık bir köyde prefabrik bir evde kaldık sonra. Yandaki ailenin hıçkırıklarını bile duyardık. O köyden en net hatırladığım üzerindeki hiyeroglif yazıları ile kocaman bir taş kapı kalıntısı olması garip mi?

Sonra uzun zaman evim diyeceğim bir yurda geçtim. 5 senem 16 kişinin bir odayı paylaştığı, kalabalık, soğuk, gri bir binada geçti. Ailem ise yıllarca kimsenin oturmaya değer görmediği yüksek tavanlı taş bir binayı adam edip, yıkık dökük bahçesini bir cennet köşesine çevirdi bu sırada. Eskişehir – Kütahya arasında bir benzinliğin karşında, etrafı uzun kavak ağaçları ile çevrili, çır çır akan bir Öğretmenler Çeşmesi görürseniz, orası bizimkilerin eseridir, bilin isterim 🙂

Nihayetinde uzun yıllar taksit ödeyip sahip olabildiğimiz bir kooperatif evimiz oldu. Karanlık, uzun bir koridoru vardı. Apaydınlık ve biçimsiz bir oda ile minicik kare bir karanlık oda için ne pazarlıklar dönerdi kardeşimle aramızda. Hala hangisi hangimizin odası muallaktır hatıralarımızda.

Ve üniversite bitip, şehr-i İstanbul’a seyr-ü sefer eylediğimde bir kez daha koşullarını anlatmaya dilim dönmez bir eve attım adımımı. Sahi neden bodrum kat var ki? Rutubet denince mesela benim aklıma, zamanın modası tahta topukların akşam yemyeşil küf bağladığı ve sabah yağla parlatılıp arındırıldığı bir şey gelir. Duvarların ıslaklığının bezle silindiği, ışığın sadece sabah 10 civarı 15 dakikalığına eve misafir olduğu bir yer. Üst kat komşularım, telefonda tencere ticareti yapan 7 erkek kardeşti. Hem ev, hem dükkan olması sebebiyle gürültüsü bol olurdu. Ama garip bir güven verirdi bir yandan bu durum hep birilerinin evde olması açısından. Neyse ki sadece 1 yıl kaldım o evde ve sürekli mesaideydim şehrin diğer ucunda. Yine de ilk evimdir. Teyzeme ve kuzenlerime yakın olması sebebiyle de harika anılarımı barındırır, hakkını yemeyeyim.

Sonra nasıl oldu pek emin değilim ama Nişantaşı’nda pırıl pırıl bir eve geçtim. Ev şahaneydi doğrusu. Fakat pek mi gençtik, çok mu çalışıyorduk, aşırı mı kalabalıktık, zamanı mı değildi bilemiyorum. O güzel ev, güzel anılar bırakmamış bende. Sanki bir geçiş evresi, kuru gürültü gibi. Güzel yanı, kardeşimle çocukluğumuzdan bu yana ilk kez yine aynı odadaydık ve ne kadar dağınık olduğunu bir kez daha keşfetmiştim 🙂

Ardından Rumeli Caddesi’nde kocaman bir evde aldık soluğu kardeşimle. Ev bir rock grubunun solistinin askere gitmesi ile boş kalmıştı. Evdeki cins cins heykel kalabalığı müthiş hoştu. Bir vitrin mankeni, doldurulmuş bir keçi kafası, üzerinde çeşitli boylarda çivirilerin olduğu demir bir insan heykeli… Duvarlarını aklımıza gelen tüm renklere boyadık. Kırmızıdan, siyaha, mordan, pembeye kadar. Salonun bir ucundan diğerine sallanan koltukların üzerinde yarışlar düzenlerdik. Age of Empires’ın altın çağlarıydı, henüz bilgisayarlar masaların üzerindeydi ve disket denen o garip aletler sürekli ses çıkararak çalışırdı 🙂

Sonraki evimizde daha ziyade kardeşim yaşadı. Aksaray’da bir caminin minaresi ile karşılıklı, camlar kapalıyken bile içeride hatırı sayılır derecede rüzgar esebilen kendine has bir evdi. Sanırım kardeşimin ortasından baca borusu geçtiği için her daim sıcak olan bir eve taşınmasında bunun da payı vardır 🙂

Biz o esnada o zamanlar sevgilim, dönüşte kocam olacak zat-ı şahane ruh eşimle Londra’da ev değiştirmekle meşguldük. Ortaokul yıllarımdaki yurt deneyimim sayesinde olsa gerek 7 kişi bir evi paylaşmak pek zor gelmedi bana doğrusu. Evler belki Londra’ya göre standart idi, fakat adamların genel koşulları iyi ne de olsa. Binbir milletten insanın olması evin aurasını nasıl bir enerjiyle dolduruyorsa, her zaman müthiş bir hareket olur, kahkahalarla doldururdu evleri. 3 farklı ev, onlarca değişik insan… Bize katkısı çok büyüktür…

Sonra bitti sanmayın. Esas macera evlenip İstanbul’a dönünce başladı. O en müthiş soğukların yaşandığı, uzun zamandır ilk defa fırınların bile kar yüzünden ekmek çıkaramadığı kış döndük yurda. Kardeşimin katalitikli evinin ortasındaki soba borusu işte o zaman çok işe yaradı 🙂 Bilmem ki o sebeple mi, gittik 8. katta, harika bina bacası manzarası! olan bir çatı katı kiraladık. O yaz sıcaklıklar her yıl olduğu gibi artarak şehri istila etti ve çatı katının ne anlama geldiğini terleyerek öğrenme şansımız oldu. Temmuz ayında aralıksız 3 gün süren sağanak yaz yağmurları evin salonunu leğenlerin işgal etmesine ve 5 ay sonra pılıyı pırtıyı toplayıp başka bir eve geçmemize sebep oldu.

İstanbul’da kaldığımız zaman boyunca bir tek o dönem Anadolu yakasında ve bir sitede yaşadık. Konforsa konfor, yeşillikse yeşillik de, trafik çekilmiyor be arkadaş. 1,5 yıl sonra aniden Şişli’nin göbeğindeydik. 3 gün içinde karar verip, evi bulup, taşındık.

Evimiz daha ziyade Yahudi ailelerin zamanında tercih ettiği, Vilma isimli apartmanlara, o bayıldığım şiveleri ile canayakın, bakımlı, harika kadın ve erkeklere, hala güven dolu komşuluk ilişkilerine sahip bir sokaktaydı. Nasıl sevdiysek, aynı apartmanda 3 ev değiştirsek de, 10 yıl yaşadık orada.

Sonra malum, artık Ayvalık’tayız. Çocukluğumdaki gibi müstakil bir evdeyim yine. İlk defa içinde merdiven olan bir evde yaşıyorum. Çocuklarım, benim çocukluğumdaki gibi bahçede oynayabiliyorlar istedikleri gibi. Yine her bir köşesini anıları olan bin çeşit eşya ile doldurduk evin. (Nasıl sadeleşeceğiz acaba? Oysa nasıl da önemli benim için !!!) Neredeyse tüm evlerimde bir yerden yeşili görmeme rağmen, ucundan kıyısından denizi de gördüğüm ilk evim bu.Çocuklarım da, biz de mutluyuz burda. Yine sevdik bu evimizi de 🙂

Her yeni evle beraber farkediyorum ki, binalar içindeki huzur ve neşe sayesinde yuva oluyorlar. Bu kadar çok yuvam olduğu için şanslı sayıyorum kendimi…

Kamp Huzuru

Vermiş dallarını rüzgarın ritmine, oynaşıyor ağaçlar. Uzun eteklerini denizin ağırlaştırdığı elbisemle, saçlarımı dalgaların iyotuna kaptırmış, yıldız yağmuru altında, çıplak ayaklı dansediyor romantikliğindeyim. Bir senfoni ahengiyle birbirine uyum sağlıyor doğanın sesleri. Kayan yıldızın sesi sanırım, şu arada şen şakrak kahkahası yankılanan? Az ötemde çocuklarım cıvıldaşıyor. Kocam kadehini ailesinin neşesine kaldırıyor. Dostlar sofrasında olacağım birazdan. Muştulu yarınların muhabbeti saracak masamızı. Ruhum dingin, ruhum serin. Kafamdaki duman bile rüzgara kaptırmış kendini, savruluyor ayın şavkında, kumların köpüğünde…

20160811_082341

Gerçekse, sessiz ve huzur dolu evimde oturdum yazıyorum. Miniklerimin uyku mırıltıları geliyor bir yandan. Kocam tatlı bir yorgunlukla esniyor. Uykuyla cilveleşiyor. Rüzgarın sesi, zeytin ve çam ağaçlarını katmış önüne, sanki kadim zamanların en bilinen yıldız hikayesini anlatıyor. Meteor yağmurunu seyredebildiniz mi? Tek bir kayan yıldıza şahidim dün geceden 🙂

Kamptan döndük. Giderken hazırlanmak kadar, dönünce evin konforuna kavuşmak da ayrı bir zevk. Kampa veda etmeden etrafı toplamak, çadırı sökerken giderek daha fazla yayılıvermek o ağacın altına, arabayı paketlemek, çocukları toparlayıp, kamptaki kalanlara veda etmek… Yarın sabah kalkınca çadırın fermuar sesi olmayacak kulaklarımızda, ama son 5 günün keyifli huzurunu anımsatacak bir konfor sanırım mevzuyu yumuşatır 🙂

Son anda karar verip gidiverdik kampa. Artık Ayvalık’ta yaşıyor ve zamana patronluk yapıyorsak tatil de mi yapmayak! Tam da bu yüzden hemencecik karar verip, hızlıca toparlanıp, kendimizi çadırın kazıklarını çakarken buluverdik. Ne şanslıyız ki bizimle aynı kafada dostlar var etrafımızda ve soframız aynı çılgınlık pırıltısını gözlerinde yaşatanlarla şenlendi 🙂

20160813_190851

Bu sefer daha önceden bir kaç kez yer bulamadığımız için gidemediğimiz, merak da ettiğimiz Gargara Camping’de aldık soluğu. Küçükkuyu’ya yakın, sahildeki pek çok kamp yerinden biri. İşletenler, 6 yıl önce İstanbul’dan kaçan, şimdilerde 3 aylık ve 4,5 yaşındaki kızlarını büyütürken, bir yandan da kamp işleten bir çift; Semra ve Burçak. Oldukça şirin, temiz, Türkiye’deki bir kamp alanı beklentilerini bir hayli karşılayan, üstelik çocukla veya evcil hayvanla kamp yapacak olanlara rahatlıkla tavsiye edebileceğim bir kamp yeri burası. Zeytin ve incir ağaçlarının altında çadırınızı kurup, çardaklarda serinleyip, dibinizdeki denizin keyfini sürebilirsiniz. Rüzgarlı geçen son bir kaç gün bile kuytuda kaldığı için sorun olmadı. Denizin altı çakıl, ama çocukların kum yerine taşlarla oynaması da güzel. Orada göreceğiniz renkli taşların bir kısmı da bizim çocukların fırçasından çıkma 🙂

20160811_164133_001

Yemek ile uğraşmak istemiyorsanız, kamptaki sevimli restoranda yapılan yemeklerden yiyebilirsiniz. Ama kampın anlamını biraz da o derme çatma yemek keyflerinde bulan insanlar olarak, mükellef sofralarımızın aşçı, garson ve bulaşıkçısı kendimizdik biz. Bu nedenle restoranın Michellin yıldızı konusunda fikrim yok 🙂

Giderseniz kampın kapısında bir minik dükkan göreceksiniz. Önünde dünya tatlısı iki kadının oturduğu, tarot falı ve şahane muhabbetleri ile alternatif bir ortamdan sorumlu bu kadınlara, Yeşim ve Halet’e merhaba demeyi ihmal etmeyin. Sebeplenin harika enerjilerinden.

Kampta elinde kitapla gençleri, anne ve babaları görünce sevindim. Kampa yalnız gelmiş, kitabını alıp sahile yayılmış kadınlar, sevgilisiyle birasını içerken muhabbet eden gençler, birkaç çift gelip kahkahanın dibine vuran arkadaşlar, çocuklarını özgürce dallara tırmanırken izleyen anne ve babalar… Ortam özellikle kalabalığın daha az olduğu haftaiçi zamanlarda çok keyifliydi.

Birinin elinde Kurtlarla Danseden Kadınlar’ı görünce nasıl da mutlu oldum. Clarissa Estes bu  kadar çok kadının ruhuna dokunduğunun farkında mıdır acaba?

kurtlarla koşan kadınlar

Ve bir diğer harika kadın Judith Liberman’ın Masal Terapi’sini kampın sahiplerinden Semra okuyordu. Harika değil mi? Eğer hala yolunuz çakışmadıysa, bu iki kitabı da tavsiye ederim. Emin olun başkalaşacaksınız 🙂

55eb0e5ff018fbb8f8a82e00

Bir gününüzü etrafı gezmeye ayırmanızı tavsiye ederim. Adatepe Köyü var yakınlarda. İstanbul’dan taşınan ve taş evleri restore ederek, köyün farklı bir çehreye bürünmesini sağlayan 200’ün üzerinde haneye,  köyde yaşamaya hala devam eden 17 gerçek köylünün hanesi eşlik ediyor. Farklı bir havası ve nefis bir manzarası var köyün. Gitmişken ağaçlardan badem tatmayı ve biraz da kış için eve almayı ihmal etmeyin.

20160813_162902

Sahilden devam ederseniz biraz ilerideki Kumbağ’a uğramadan geçmeyin. Yamacın yukarısındaki bir köye ait olan güzel bir işletme. Çalışanlar da köylüler. Bu civarda plajı kum olan nadir işletmelerden sanırım. Girişteki zeytin bahçesinde, kendimi İspanya’nın bir çiftlik evine giriyormuş gibi hissettim. Uzakta patates soyarken muhabbet eden iki de aşçı vardı. Zamanda ve mekanda keyfili bir yolculuk yaptım sayelerinde. Sanırsın varendada aniden bir düşes belirip, uşağına bize yolu göstermesini söyleyecek. İspanyol mimarisinin kafamdaki mini bir yansıması oldu bu mekan. Açık büfe yemekleri nefis görünüyordu. Yolunuz o tarafa düşerse gece kalmasanız bile, yemeklerini denemenizi tavsiye ediyorum.

20160813_180335

Bir kez daha kafamda şunlar döndü durdu kamp sonunda: “İyi ki hala kamp yapanlar var. Kamp alanları var. Keşke bu işin bir standardı olsa ilgili bir kurum eliyle. Keşke standart olarak gerekli donanımlar Avrupa seviyesinde sağlanabilse. Keşke kamp yapmaya daha çok çocuklu aile ve daha çok genç cesaret etse. İyi ki gelmişiz. Mutluluk budur kardeşim. Arkadaşlarımızın gelmesi daha da şahane oldu, harika vakit geçirdik. İyi geldi yine ruhuma.” Anlayacağınız, bir şans verin hala tadını almamış olanınız varsa demeye getiriyorum 🙂

20160814_065749

Küçük Bir Kış Masalı – Maeve Binchy

Maeve Binchy modern zamanın Jane Austen’ı benim gözümde. Nasıl ki Austen zamanının İngiltere’sinde kadının toplumsal yaşamdaki yerini içtenlikli karakter analizleri ile anlatmayı başarıyorsa; Binchy de modern zaman İrlanda kadınını benzer bir uslüpla betimliyor. Bu esnada son yüzyılda İrlanda’nın en önemli mevzuları olan göç ve sefaleti anlıyor, aile yapılarını öğreniyoruz. En güzeli de bu iki öncü kadın yazar sayesinde, insanın kendini gerçekleştirme çabasının evselliğine tanık oluyoruz.

0000000581371-1

Küçük Bir Kış Masalı’nda Chicky Starr’ın İrlanda’nın minik bir sahil kasabasında başlayan, Amerika’ya uzanan ve yine Stoneybridge’de nihayete eren yaşamına tanık oluyoruz. Bu genç kadının, koşullarının zorluğuna karşın kendine güvenine, inadına, sabrına ve çalışkanlığına hayran kalıyoruz. Yaşamında ona eşlik eden kasaba sakinleri kadar, yoktan var ettiği otelindeki konuklar sayesinde pek çok hayatı da yakından tanıyoruz.

Maeve Binchy’nin diğer romanlarında olduğu gibi keşisen hayatlar ve bu insanların bakış açısı ile ayrı güzellik ve değerde mini öykülerde kayboluyor ve tüm karakterlerle beraber aynı patikada buluşup yola devam ediyoruz.

Zamanının ruhunu ve insanlığın evrensel değerlerini anlatan kitaplar sayesinde içinde yaşadığımız ülke gündemi beni eskisi kadar umutsuzluğa sürüklemiyor doğrusu. Ülkelerin ve insanların, zaman ve coğrafyaya bağlı hayat koşulları ve yaşanmışlıkları, içinde bulunduğumuz noktayı daha da önemsizleştiriyor gözümde. Yaşadıklarımız değerini korumakla beraber, alınan nefeslerin bir gün biteceğini aklımın bir köşesine yazıyorum. Çocuklarım için çabalamak daha çok anlam kazanıyor bu hayatlara şahitlik ettiğimde. Sonuçta insanız, üstelik hayata sevdalıyız… Nefesler tükenene kadar umut yeşerecek elbet gönlümüzün bir yerinde 🙂

Güllü Bebek

Baş parmak, işaret parmak, orta direk, küçük hacı, güllü bebek… Ananenize sorarsanız, o da size bunların parmak isimleri olduğunu söyleyecektir mutlaka. Ayak parmaklarımın her bir tırnağına başka renk oje sürdüm. Baktıkça çocuklaşıyorum. Çocuklar gibi şen hissetmek için aslında ne kadar az şeye ihtiyacımız var farkında mısınız?

Kızımın sağ ayağının güllü bebeğinin tırnağı düştü. Bahçede koşturup, oynarken. Ne kadar şanslı değil mi? Bahçede oynarken düştü tırnağı! Bahçede! Oynarken! Düşen o tırnağını aldı, çıkan 3 dişi ve ilk küpesinin olduğu kutuya koydu. Ben de hala saklıyorum çocuklarımın göbek bağlarını, ilk saçlarını ve bilimum müze, konser biletleri ile bebeklik patiklerini… Bir de annemin büyükbabasının kendi elleri ile yaptığı albümü ve tavşan ninenin gözlerine çektiği sürmeyi… Geçmişte yaşananlar aslında bizi biz, bugünü keyif alınan an, geleceği umutlu yapan. O anılar, hatıralar…

Bugün çocuklarıma Enis Batur’un derlemesi ile 1800’lü yıllarda yabancı gezginlerin Türkiye’yi anlattığı bir kitabı okudum. Karakalem resimlerde bildiğimiz şehr-i İstanbul’un ırzına geçilmemiş hallerini gördük. Uzakta bir hayal olan İstanbul semtlerini yad ettik beraber. Henüz 5 ve 7 yaşındaki çocuklarımın zihnindeki İstanbul ile artık çoktan toprağa karışmış o gezginlerin İstanbul’u, beni hayrete düşürecek denli aynıydı. Zaman ve mekan zihninizin bir oyunu olabilir mi, ne dersiniz?

91017438_tn30_0

Sonra açtım Whatpatt’i. Yeniyetme gençlerin öykülerine verdim kendimi. Bu gençler ki, beni umuda bağlayan rengarenk ipler. Onlar, edebiyatı seven, bu işe gönül veren, okuyan, uğraşan gençler benim gözümde. 5 yıl ilkokul eğitimi süresince okuma yazmayı ve imlayı öğrenmişler. Hala nasıl basit imla hataları ile sayfalarca romanlar yazabiliyorlar peki? Nasıl güzel kurgular, nasıl harika betimlemeler, nasıl şahane karakter tasvirleri ve nasıl acınası basitlikte imla hataları! Ana dilinde… İçim acıyor eğitim sisteminin geldiği yeri deneyimledikçe hayatımda. Biz ne yapacağız çocuklarımız için? Ne yapmalıyız? Daha da fazla emek vermeli, daha da çok üstümüze almalıyız bu işi. Önemli, çok önemli. İnsan kendini ifade edebildiğince huzur bulmuyor mu? Bunu yapabilmenin yolu, dil değil mi? Ah…

Kızımın ve oğlumun, minik bir taş parçasını veya düşen güllü bebek tırnağımı özenle sarıp sakladığı gibi, kelimelerini de aynı özen ve önemle sarıp sarmaladıklarını, içlerinde bir hazine gibi taşıdıklarını hayal ediyorum. Çok şey değil, değil mi istediğim? Biz koparmazsak, onlar daha sıkı sarılırlar geçmişe diye umuyorum. O geçmiş sayesindedir ki, muştulu gelecekler, keyifli bugünler umut edebiliriz ancak…

Gecenin İçinde

Gecenin içinde uyandım. Köpekler bile uykuda. Burada geceleri köpekler kendi aralarında havlama partileri yapıyorlar. Epey gürültülü ve eminim kendi aralarında eğlenceli. Sanırım günü değerlendiriyorlar. Yaz malum, gündem yoğun onlar için.

Tüm gün rüzgarın eşliğinde, iğde ağaçlarının altında, şahane insanlarla beraberdim. Denizin dalgası yüzümü, yosunlar ayaklarımı okşadı. İçimde bir huzur ve keyif dalgası salındı durdu. Akşam nedensiz bir hüzün, minik bir öfke ateşi hafiften varlığını hissettirdi. Hani regl öncesi bir sıcaklık sarar ya ruhu, ona benzer. Oysa çocuklarım ne güzel, ne tatlılardı. Onlar içimi nasıl da meltem havası ile serinletiyorlardı. Ama olmadı. Kumkurdu’nun Zakarina’sının ateşi keşfetmesi gibi, ben de öfkenin giderek ruhumda büyümesine şahitlik etmeye başladım. Buna en iyi geleccek şey  uykudur, aynen sivrisinek ısırığına dondurmanın iyi gelmesi gibi. Uykuya teslim ettim kendimi.

Olmadı işte! Gecenin içinde uyandım. Köpekler susmuş, doğa yıldız örtüsü altında iç çekerek uykuya dalmış. Rüzgar bile durmuş. Bir tek kafamın içi bas bas bağırıyor. Bir kadın içi çığlık atarken ne yapar? Mutfağı temizledim. Bulaşık makinasının sesi bari eşlik etsin istedim sanırım düşüncelerime. Bir kadeh şarap ne de iyi gider, değil mi? Onu da kattım doludizgin kervanıma. Çocukların üstünü örttüm, kocamın yastığını düzettim, uyumaya bile çalıştım tekrar. Yine olmadı. Koyun Russell’ın yolundan gidip koyun mu saysam acaba? Bunun yerine düşüncelerimi en güzel anlamlandırma yolunu seçip, kelimelerin ardına sığınıyorum. Yazmak Çin’de alternatif tıp içinde yer bulmuş mudur acaba? Değilse, bir şansı hakediyor…

An itibariyle doğumgünüm başlamış durumda. 42 yaşın ele avuca sığmaz günlerini hakkıyla tamamladım. Kendimi hala 25 yaşın enerjisi, 40 yaşının olgunluğu, 60 yaşın bilgeliğinde hissediyorum. Oysa ne saçma, insan sadece günü yaşıyor. Bense hep benzer hislerdeyim. Sanırım yaşanan yıllardan bağımsız büyüyor ruhum. İyi ki belki de…

Mutluluk üzerine çok da düşünmemi gerektirmeyecek kadar mutluyum, ne güzel değil mi? Kaygılarım kendimle ilgil, değil çoğu zaman. Sanırım güçlü hissediyorum kendimi. Oysa ben de herkes kadar kırılgan, herkes kadar alınganım hayata karşı. Durduğum yeri beğenmeyince değiştirebilme sabrı ve inadı var bende sadece. Bu veriyor o yıkılmaz, tükenmez hissini diye düşünüyorum. Belki de bir yanılsama sadece, kimbilir!

Gece sabaha çalmaya, sesler yavaştan yükselmeye başladı. Az önce bir horozun sesini duydum. Cırcır böcekleri mi şunlar? Bir minik esinti mi yaladı yüzümü? Güneş de çıkar gelir dağlardan, hazırlanıyordur pırıl pırıl aydınlığa… Hah ezanlar da başladı. Hadi bana müsade, daha uyunacak uykular, kutlanacak yeni yaşlar, oynanacak oyunlar, gezilecek yerler, yenecek tatlar, içilecek badeler var… Gün beni bekler…  İyi ki doğmuşum be 🙂