Jane Austen en sevdiğim yazarların başında geliyor. Kadının bırak kitap yazmayı, adının dahi anılmadığı, sosyal sınıfların varlığının iliklere kadar hissedildiği, evliliğin kadın için tek amaç, kadının ise erkek için sadece şehvet aracı olduğu bir feodal dönemde, Jane Austen evlenmeyen bir kadın yazar olmayı başarıyor. Üstelik de fikirleri, istekleri, planları, yaşama karşı bir tavrı ve hemen her ortamda söyleyecek bir sözü olan kadınları yazıyor. Asi ve özgür kadın imgesi, romanlarındaki karakterlerde varlık buluyor. Kadının varlığının bu şekilde yazılması edebiyat tarihinde bir ilk. İlk kez bir kitapta kadın görsel bir imge olmaktan çıkıyor ve düşünen, kendi adına konuşan, isteklerini savunan bir kişiliğe dönüşüyor. Kitaplarının basıldığı 1800’lü yılların başından bu yana da fakir ama esaslı kız, zengin, gururlu ve içindeki iyiliği bu kız sayesinde keşfeden erkek kahramanlar, edebiyatı ve ekranı zenginleştirmeye devam ediyor. İyi ki…
Kitaplarından esinlenmiş veya uyarlanmış film ve dizileri sevmem de şaşırtıcı değil elbette. Dönem yapıtları da film, dizi, kitap farketmeksizin ilgimi çekiyor. Netflix de bu konuda epey materyal sağlıyor doğrusu.
Son dönemde Netflix önce Emma, sonra da İkna romanlarını filmlere uyarladı. Emma’yı Anya Taylor-Joy, İkna’nın ana karakteri Anne’i ise Dakota Johnson canlandırıyor. Her iki oyuncu da son dönemlerin başarılı ve popüler isimleri. Erkek karakterler içinse Johnny Flynn ve Cosmo Jarvis gibi pek de popüler olmayan -üstelik de klasik yakışıklı tanımına uymayan- isimler tercih edilmiş. Uyarlamalar da şimdiye kadar yapılanlardan farklı olarak konuyu işleyiş biçim olarak modern hayata uygun, ancak dönem olarak 1800’lü yılların seçildiği yapımlar. Bunun bir amacı da o yılların İngiltere’sindeki kostümlerin, doğanın, baloların ve malikanelerin çekiciliğinden yararlanmak olmalı, ki epey yerinde bir karar bana kalırsa. Bu şekilde konu daha çekici, anlaşılır ve akıcı kılınmış, karakterler günümüz izleyicisine yakınlaşmış, kadının, ilişkilerdeki ve toplumsal konumundaki varlığını kanıtlamak için geldiği uzun ve meşakkatli yolu da dikkatli izleyiciye gösterilmiş oluyor.


Öte yandan Netflix’in ırk eşitliği kavramını bir misyon olarak üstlendiği de bu tarz dönem filmlerinde kendini fazlasıyla kanıtlıyor. Zira dönem ve coğrafya itibariyle siyahi ırkın varolmasının imkansız olduğu konumlarda ekrana yansıtılması düşündürücü olduğu kadar sevimli de. Benzer durum iki başarılı sezonunu izlediğimiz başarılı bir Julia Quinn uyarlaması olan Bridgerton dizisi için de geçerli. (Pek yakında üçüncü sezon tanıtımını izleyeceğiz sanıyorum 🙂



Kavramlar kafa karıştırıcı olabilirler. Mesela 1920’lerde faşist ve komünist kelimelerinden anlamı ile günümüzdeki ne denli farklı! Kelimelere yüklediğimiz anlam, onların temsil ettiği kavramların hayatımızdaki yerlerini ve etkinliğini gösteriyor. Öte yandan başka bir dönemdeki farklı bir değerlendirme ile kavramların anlamının ne kadar değişebildiğini de biliyoruz. Bu durum ırkçılık için de geçerli. Günümüzün ırkçılığı daha ziyade ulus millet kavramına indirgenmiş durumda. Bu manada beyaz, eğitimli ve geliri/keyfi yerinde batılının henüz tam olarak ayırdığına varamadığı göç mevzusu da önümüzdeki dönemde dünyayı epey meşgul edecek gibi. Belki de yaygın medyanın yapmaya çalıştığı elimizdeki ırkçılığı tartışmaya ve başka bir gözle bakarak günah çıkarmaya çalışmaktır, kimbilir?
Jane Austen zamanımıza bir göz atsaydı, kadının çabasının işe yaramakla beraber, yolunun hala uzun olduğunu; insanlığın ise kavramların biçimi değişmesine rağmen aynı sığlıkta debelendiğini düşünürdü sanırım. Zira toprağın yerini teknoloji, siyahinin yerini göçmen, köylünün yerini işçi aldı. Kadın ise hala kadının yerinde!
Dönem filmlerini romantik komedi diye, Jane Austen kitaplarını da sığ aşk romanları diye görmemenizi öneririm. Zira içlerinde insana ve topluma dair pek çok düşünce var. Üstelik şahane kostümler ve nefes kesici manzaralar da muazzam bir keyif veriyor 🙂
