Netflix ve Jane Austen

Jane Austen en sevdiğim yazarların başında geliyor. Kadının bırak kitap yazmayı, adının dahi anılmadığı, sosyal sınıfların varlığının iliklere kadar hissedildiği, evliliğin kadın için tek amaç, kadının ise erkek için sadece şehvet aracı olduğu bir feodal dönemde, Jane Austen evlenmeyen bir kadın yazar olmayı başarıyor. Üstelik de fikirleri, istekleri, planları, yaşama karşı bir tavrı ve hemen her ortamda söyleyecek bir sözü olan kadınları yazıyor. Asi ve özgür kadın imgesi, romanlarındaki karakterlerde varlık buluyor. Kadının varlığının bu şekilde yazılması edebiyat tarihinde bir ilk. İlk kez bir kitapta kadın görsel bir imge olmaktan çıkıyor ve düşünen, kendi adına konuşan, isteklerini savunan bir kişiliğe dönüşüyor. Kitaplarının basıldığı 1800’lü yılların başından bu yana da fakir ama esaslı kız, zengin, gururlu ve içindeki iyiliği bu kız sayesinde keşfeden erkek kahramanlar, edebiyatı ve ekranı zenginleştirmeye devam ediyor. İyi ki…

Kitaplarından esinlenmiş veya uyarlanmış film ve dizileri sevmem de şaşırtıcı değil elbette. Dönem yapıtları da film, dizi, kitap farketmeksizin ilgimi çekiyor. Netflix de bu konuda epey materyal sağlıyor doğrusu.

Son dönemde Netflix önce Emma, sonra da İkna romanlarını filmlere uyarladı. Emma’yı Anya Taylor-Joy, İkna’nın ana karakteri Anne’i ise Dakota Johnson canlandırıyor. Her iki oyuncu da son dönemlerin başarılı ve popüler isimleri. Erkek karakterler içinse Johnny Flynn ve Cosmo Jarvis gibi pek de popüler olmayan -üstelik de klasik yakışıklı tanımına uymayan- isimler tercih edilmiş. Uyarlamalar da şimdiye kadar yapılanlardan farklı olarak konuyu işleyiş biçim olarak modern hayata uygun, ancak dönem olarak 1800’lü yılların seçildiği yapımlar. Bunun bir amacı da o yılların İngiltere’sindeki kostümlerin, doğanın, baloların ve malikanelerin çekiciliğinden yararlanmak olmalı, ki epey yerinde bir karar bana kalırsa. Bu şekilde konu daha çekici, anlaşılır ve akıcı kılınmış, karakterler günümüz izleyicisine yakınlaşmış, kadının, ilişkilerdeki ve toplumsal konumundaki varlığını kanıtlamak için geldiği uzun ve meşakkatli yolu da dikkatli izleyiciye gösterilmiş oluyor.

Öte yandan Netflix’in ırk eşitliği kavramını bir misyon olarak üstlendiği de bu tarz dönem filmlerinde kendini fazlasıyla kanıtlıyor. Zira dönem ve coğrafya itibariyle siyahi ırkın varolmasının imkansız olduğu konumlarda ekrana yansıtılması düşündürücü olduğu kadar sevimli de. Benzer durum iki başarılı sezonunu izlediğimiz başarılı bir Julia Quinn uyarlaması olan Bridgerton dizisi için de geçerli. (Pek yakında üçüncü sezon tanıtımını izleyeceğiz sanıyorum 🙂

Julia Quinn kitaplarından uyarlanan bir Netflix uyarlaması olan Brigerton 1. sezon
Brigerton dizisindeki siyahi kraliçe ve nedimeleri
Brigerton 2. sezon

Kavramlar kafa karıştırıcı olabilirler. Mesela 1920’lerde faşist ve komünist kelimelerinden anlamı ile günümüzdeki ne denli farklı! Kelimelere yüklediğimiz anlam, onların temsil ettiği kavramların hayatımızdaki yerlerini ve etkinliğini gösteriyor. Öte yandan başka bir dönemdeki farklı bir değerlendirme ile kavramların anlamının ne kadar değişebildiğini de biliyoruz. Bu durum ırkçılık için de geçerli. Günümüzün ırkçılığı daha ziyade ulus millet kavramına indirgenmiş durumda. Bu manada beyaz, eğitimli ve geliri/keyfi yerinde batılının henüz tam olarak ayırdığına varamadığı göç mevzusu da önümüzdeki dönemde dünyayı epey meşgul edecek gibi. Belki de yaygın medyanın yapmaya çalıştığı elimizdeki ırkçılığı tartışmaya ve başka bir gözle bakarak günah çıkarmaya çalışmaktır, kimbilir?

Jane Austen zamanımıza bir göz atsaydı, kadının çabasının işe yaramakla beraber, yolunun hala uzun olduğunu; insanlığın ise kavramların biçimi değişmesine rağmen aynı sığlıkta debelendiğini düşünürdü sanırım. Zira toprağın yerini teknoloji, siyahinin yerini göçmen, köylünün yerini işçi aldı. Kadın ise hala kadının yerinde!

Dönem filmlerini romantik komedi diye, Jane Austen kitaplarını da sığ aşk romanları diye görmemenizi öneririm. Zira içlerinde insana ve topluma dair pek çok düşünce var. Üstelik şahane kostümler ve nefes kesici manzaralar da muazzam bir keyif veriyor 🙂

Evler, kostümler, danslar, balolar, kır gezileri, piknikler dönem dizilerinin en çekici yanlarından.

Arakçılar

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan, Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda’nın kısacık bir zamanda yazıp çektiği bir film Arakçılar. Deneyimli yönetmen televizyon dizileri ve filmlerle kamerasını yönelttiği, hikâyesini anlattığı benzer temayı, şiirsel bir dille ve harika kamera ve alan kullanımı ile yeniden işliyor. Aile, mutluluk, toplumsal kabuller, kadın-erkek ilişkileri, çocuk ve ebeveyn olmak gibi yaşadığımız zamanlarda sınırları ve tanımları bir kez daha değişerek yeniden şekillenen kavramlara çeviriyor kamerasını.

Filmin konusu gayet basit aslında, ufak hırsızlıklar yaparak, sigortasız, az gelir getiren ve buna rağmen zor bulunanlar işlerle geçinen bir aileyi anlatıyor. Bunu sistem eleştirisini odağa alarak yapmaması izleyiciyi daha çok düşünmeye itiyor.

Filmin odağı, ailedeki her bir bireyin kendi içindeki büyüme ve hayata tutunma çabası ve buna eşlik eden ilişkileri. Aileyi bir arada tutan, sevhi dolu olduğu kadar hayatın sertleştirdiği bir nine, yaşamın her zorluğunu olumlu hislerle kucaklayan ve bu anlamda filmin en çocuk karakteri olan baba, sevgi ekseninde özellikle çocukları ve ailenin geri kalanını sarmalayan, bunun için fedakarlık yapmaktan kaçınmayan anne, kendi kimliğini bulma yaşlarında kaybolmuş, kendi değersizliğini yenmeye çabalayan bir teyze, tüm konunun ana odağı olan çocuk saflığı ve koşulsuz aile kabulünü simgeleyen bir küçük kız ve bence ana karakter, kendi olmasına izin verilerek hasbelkader büyüyen ve gelecek kararı adına müthiş bir cesaretle hareket eden oğul.

Aileyi bir arada tutan bağların teker teker sorgulamasını bu karakterlerin yaşamları ekseninde yapıyor film. İlk yarıda mega yapıların arasında sıkışmış bir köhne ev içinde şakalaşan, mutlu ve sürekli yemek yiyen bir aile var. İlginç şekilde oğul ve teyze karakterlerinin sorgulama içinde olduklarını, mutsuzluklarını seziyoruz. Küçük kız iyiyi çabucak kabullenme içinde. Yetişkin anne baba ve olgun nine karakterleri ise daha net bir kabulleniş ve bunu takip eden eldeki koşullarla en mutlu olma çabasında sanki. Buradan hareketle insanın yaşam döngüsünü sorgulama imkanı veriyor film. Filmin sonundaki düğümü çözen de henüz yolun başındaki oğlun daha farklı bir hayat isteği konusundaki cesaretli kararı oluyor zaten.

Filmde eğitimin önemi babanın çocuklara neden hırsızlık öğrettiği sorusuna ‘ başka öğretecek bir şey bilmiyordum’ cevabı ile keskinleşiyor. Oysa çocuklara öğrettiği en önemli değer kendileri olabilme aşamasındaki koşulsuz kabul ve sevgi. Bunu da kardanadam yaptıkları, sahilde eğlendikleri ve göremedikleri havaî fişeklerin sesini izledikleri sahnelerle şahane şekilde anlatıyor.

Filmin yoksulluğu romantikleştirmesi riski, sonunda sistemin zaferi, küçük kızın hikayenin başladığı koşullara dönmüş olması ile bertaraf ediliyor.

İzleyicini zihninde ‘Aileyi aile yapan nedir? Sistemin öngördüğü koşullar değiştirilebilir mi? Çocuk için eğitim nasıl olmalı? Ebeveyn olmak ne gerektirir?’ gibi sorular yankılanıyor filmin sonunda.

Kırmızı Kaplumbağa

80 dakikalık bir hayal alemi, düşündüren, sorgulatan, sevimli ve vurucu bir animasyon. 2016 Fransa yapımı. Michael Dudok de Wit yönetmenliğinde, Totoro, Denizkızı Ponyo, Prenses Kaguya gibi gönlümüzdeki yeri apayrı karakterleri yaratan Miyazaki ustanın Ghibli stüdyolarının da yapımcılığında katkısı olan nefis bir ses yok – görüntü çok seyirlik.

Issız bir adaya düşseniz ne olur? İşte bu adama da aynısı oluyor. Kalakalıyor. Kurtulmak için elinden geleni yapıyor, didine didine, bıkmadan usanmadan sallar yapıyor kendine. Fakat nafile, bir kırmızı kaplumbağa deviriyor her yaptığı salı. Ne zaman ki yürüdükleri ayrı patikalar kesişiyor, kaplumbağa adamın can yoldaşı bir kadına, beraber geçirdikleri yıllar bir minik oğlana, ada hayatı da zorlu olduğu kadar zevkli ve mutlu bir hayata evriliyor. Robinson Cruise romanını anımsatan, modern çağın kalabalıkları içindeki perişan yalnızlığı sorgulatan, özgürlük ve aile bağları, kendini gerçekleştirebilmek, doğanın varlığı ve dahası.

Filmde hiç konuşma yok. Çocuklarla izlerken bol bol yorumlar yaptık. Daha doğrusu onların yorumlarına hayretle eşlik ettim.

Filme mutlaka bir şans verin ve özellikle çocuklarınızla izleyin derim. Bizden tam puan aldıkları kesin 👍

Ayrıntılı bilgi için linke bir göz atabilirsiniz :http://m.imdb.com/title/tt3666024/

Jane Austen Kitap Klubü

Jane Austen okudunuz mu? Okumadıysanız bir an önce başlayın derim. 1775-1817 yılları arasında yaşamış bir İngiliz yazar. İkisi ölümünden sonra basılan toplam 6 kitabı var. 19. yüzyıl İngiltere’sinin siyasi olarak savaşların içinde ama güçlü olduğu, köleliğin kaldırılmasına ramak kaldığı, aristokrasinin şaşasının devam ettiği ama gücünün zayıfladığı, halkın özgürlük arayışlarının kıpırdanmaya başladığı bir dönemde, İngiltere kırsalında yaşamış bir kadın yazar. Bu, kadının varlığının evlilik ve mirasla belirlendiği bir dönemdir. Aristokrasinin artık sadece soyla değil, ticaretle de kazanıldığı, ordudan para ile toplumsal statü elde edilebildiği bir dönem. Kadınların eğitim hakkı olmamakla beraber, evde kendilerini hemen her alanda eğitebildikleri ve Jane Austen’in kaleminden süzülen büyülü bir zaman.

076b0c2ec11c43828907f0df77de109c
İmparator Franz Joseph’in Hofburg İmparatorluk sarayındaki balosunda aristokratlar. Painting by Wilhelm Gause (1900)

Jane Austen romanlarında İngiltere’nin bu dönemini aşk ve evlilik ekseninde toplumsal olarak gayet detaylı ve net bir şekilde tasvir etmiştir. Kadınların ve hatta erkeklerin düşünce ve duyguları ile toplumsal duruşları karşılıklı diyaloglarda dile gelir. Döneminde yüksek sesle okumaların yaygın olduğu düşünülürse, diyalogların romanlara canlılık kazandırmak için ne derece etkili olduğu anlaşılabilir.

Romanlarının ana karakterlerini kadınlar oluşturur. Aşık olan, güçlü duygu ve düşüncelere sahip, kendilerini geliştiren, toplumsal katmanlar arasında varlıkları ile varolmaya çalışan, aristokrasiyi delip geçen, cesur kadınlar. Romanlarının hemen hepsinde ana karakterlerin yanısıra zengin yan karakterler de bulunur. Bu sayede katmanları arasında derinleşen okumalara olanak sağlar.

jane_austen_book_club2

Jane Austen Kitap Klubü ise 6 romanın sırayla okunup, 5 kadın ve 1 erkek tarafından  tartışıldığı bir kitap kulübünun hikayesini anlatır. Sinema anlamında önemli bir varlık gösterememekle beraber, romanlardan esinlenerek günümüz ilişkilerindeki çözümlemelerin yapılması ilgi çekici. Romanların ana teması aşk ve ilişkilerdir. Öte yandan kadının toplumsal anlamda kurallar bütününden etkilenip kendine nefes alacak alan yaratması önemlidir. Bu noktada toplum çözümlemesinin son derece keskin bir netlikte yapılmış olması, romanların bu denli etkili ve zevkli olmasını sağlayan en önemli unsurdur kanımca.

20170104_083452

Kitaplarını okumanızı, filmlerini izlemenizi öneririm. Zevkli bir okuma dönemi olacaktır 🙂 Hele de arkadaşlarınızla tartışarak çözümlemeler yaptığınızda tadından yenmez emin olun 🙂

Kitapları:

  • Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam – 1811
  • Pride and Prejudice – Gurur ve Önyargı – 1813
  • Mansfield Park/Mansfield Park – 1814
  • Emma – 1815
  • Northanger Abbey/Northanger Manastırı – 1818
  • Persuasion/İkna – 1818

Filmleri:

Bunun yanısıra pek çok filmde romanlarından, karakterlerinden bahsedilmiş ve bir çok sinema ve televizyon filmine de esin kaynağı olmuştur.

c8303b85c262bdfbb00c32edebbc559e

Film: Captain Fantastic

2016 yazında, dünyanın kanlı coğrafyalarında savaş hüküm sürerken, GDO’nun bunca yaygınlaşması pahasına bile kara kıtada açlığa çözüm bulunamamışken, tuzu kuru toplumlarda çocukları teknoloji büyütürken bir film yapılmış. Her ne kadar tüm bu dünya kaosunun tepesindeki ideolojinin bakış açısıyla çekilmiş olsa da, ucundan kıyısından insanı düşünmeye iten bir yanı olan bir film bu: Captan Fantastik.

kaptan2

Boy boy 6 çocuğu olan bir çift hayal edin. Dünyanın çivisinin çıktığına ve insanın doğaya dönmesi gerektiğine karar kılmışlar. Fikri bir ütopyalar dünyasını gerçeğe çevirmeye uğraşıyorlar. Bunu da becermişler doğrusu. Kendilerine yetebilen bir minik aile klanı oluşturmuşlar. Ormanın içinde, medeniyetten uzak bir arazileri, birbirleri ile uyumlu mutlu bir aileleri var. Günlerini fiziksel olarak güçlenmeye çabalayarak, kendi yiyeceklerini üreterek, hatta zaman zaman avlayarak, oyunlar oynayarak, müzik yaparak ve bol bol okuyarak geçiriyorlar. Okul denen tek dişi kalmış canavara teslim değiller. Bilinçli bir şekilde ve birlikte okuyorlar. Okuduklarını yorumluyorlar. Kendi dışlarında olan bitenin farkındalar ve doğruyu bulma adına geliştiriyorlar kendilerini. Her ne kadar bir aşamada çocuklara fiziksel olarak çok yüklenildiğini düşünsem de, aslında doğada kendine yetebildiğin kadar güçlüsün değil mi? Modern hayatın bizi fiziksel olarak bu denli yetersiz ve güçsüz hissettirmesi sonucu, filmi izlerken çocukların fiziksel koşullarının zor olduğunu düşünmem de normal ama doğru değil belli ki! Velhasıl, hayran kaldığım bir ütopik dünya…

Derken anne ölüyor. Anneye dilediği gibi bir veda edebilmek için modern dünyaya dönmek zorunda kalıyor ailemiz. Film de bu geçişin gözlendiği bir yol hikayesine evriliyor. Babanın çocuklarla kurduğu ilişkinin güzelliğine ve netliğine şahit oluyoruz yol boyunca. Çocukların ne denli harika yetiştiklerine, içinde yaşadığımız dünyanın, biraz karikatürize edilmiş olsa da, ne denli saçma olduğuna hükmediyoruz onları izlerken. Beslenme, aşk, cinsellik, ölüm, insan hakları, sosyal kurallar, şiddet gibi kocaman mevzulara dalıyoruz. Filmi izlerken eğip büküyorum ve modern sosyal hayat ile kendimizi ne kadar saçma bir cendereye mahkum ettiğimizi bir kez daha sorguluyorum.

Filmin sonunu söylemek isterim aslında ama seyredeceklere haksızlık olur 🙂 Bunun yerine filmden çıkardığım sonucu yazmak istiyorum; eğer sonunda yaşanacak hayat işte bu elimizdeki ise bile, çocukluğumuzun içinde barındırdığı kadim doğa bilgisini, insanoğlunun varoluşunun getirdiği doğru ve hak/hukuku erken yaşlarda yoketmemeyi başarabilirsek; elimizdeki “bu” hayatı bile anlamlı kılma şansımız var demektir. Bunu çocuklarımıza borçluyuz.

kaptan-aile

kaptan-son

Not: Filmi ‘okulsuzluk’ perspektifinden okursak çok açık nokta bulmak mümkün. Ben insanın koşullarının sınırlarını zorlamak pahasına inandığı gibi yaşamasının mutluluğu ve yaşam amacını gerçekleştirmenin tatminini vereceği ana fikri ile okumayı tercih ettim.

Seyredin derim. Üstelik harika Viggo Mortersen başrolde 🙂

kaptan

Barfi! Aşk Neydi Sahi?

Bollywood, Aamir Khan’dan önce benim için garip bir dil, çılgın danslar, renkli kıyafetler ve Yeşilçam konularını aratmayan hikayeler demekti. Sonra bu kalabalık ve farklı kültürün içindeki cevheri keşfetmeye başladım yavaş yavaş. Pılıyı pırtıyı satıp Hindistan’da bir yoga topluluğuna katılacak kadar olmasa da, epey cazip geldi. Fırsatınız olursa Aamir Khan filmlerinden, özellikle 3 İdiots, PK (PeeKay), Yerdeki Yıldızlar (taarezameenpar) ve Talaash (The Answer Lies Within) izlenmesi gerekli filmler kategorisinde. Her biri ciddi bir tabuyu masaya yatırıp, otopsi yapmadan bırakmayan cinsten.

Yol açılınca devamı da geldi, Hint filmlerine müdavim olduk. Geçen gün Anurag Basu‘nun yönettiği bir Hint filmi olan Barfi!’yi izledik. Aamir Khan filmlerindeki tadı, olay örgüsünü, komedi unsurlarını ve mesajın insanın içine işleyen bir ustalıkla verilmesini bu filmde de görebiliyorsunuz.

Biz bir Hint filmi olması dışında hiç bir şey bilmeden başladık filmi izlemeye. İlk sahnelerde Charlie Chaplin tarzı bir oyunculuk ve klasik bir aşk hikayesi var. Derken nasıl olduğunu anlamadan film bir anda sizi içine alıyor. Aşk, fedakarlık, saflık, bencillik, dünyanın dengesi ve adaletsizlik gibi ağır kavramları sorgulamaya başlıyorsunuz. Uzun süren ve sonunda yatırdığı ters köşede kıvranan izleyicisini kendi haline bırakan bir nefis film. Epey de komik üstelik. Denk gelirseniz kaçırmayın derim.

Barfi

Konusuna gelince; iyi gelirli bir ailenin, eğitimli kızı Shruti . Rahat bir yaşamı, aşka tercih etmiş annesi. Zengin kocası.

www_ingi_in_Ileana_24

Babası zengin, kendisi parayı kazanmadan çarçur eden ve sürekli ihtiyaç duyan bir oğul/baba. Kendini alkole vermiş karısı. O dönemde hasta olarak kabul edilen ve kendisinden utanılan otizmli kızları Jhilmil.

2015

Fakir ama mutlu bir karı-koca. Mutlu ve sağır/dilsiz oğulları Barfi!

360_ranbir-kapoor_bolly

Kesişen yollar. Yapılan fedakarlıklar. Verilen sözler. Kandırmacalar. Yollar. Kaçmalar, kovalamacalar. Aşk. İletişim. Emek. Gerçekten güzel film…

Filmde bazı bam telleri vardı ki bahsetmeden geçmek olmaz:

Doğuştan sağır olan Barfi’nin adı, babasının ona dinlemesi için daha annesinin karnında aldığı Murphy markalı radyodan gelir. O radyo ki, daha Barfi minicikken, annesinin  ölmesine de sebep olur.

Barfi insanlara güvenip güvenemeyeceğinin kararını, yıkılmak üzere olan bir direğin, biraz uzağında dikilip bekleyerek veriyor. Yanındaki insan direk düşerken kaçarsa notunu alıyor.

barfi-2

Barfi ile Jhilmil bir arabanın kasasında giderlerken, karşılarındaki adamın kızın bacaklarına göz dikmesi üzerine, Barfi’nin kendi bacaklarını gösterme sahnesi.

Barfi!- Starring-Hot-Ranbir-Kapoor-Priyanka-Chopra-HD-Wallpaper-06

İletişimin aslında pek çok yolu var. Ama bilinen  şekline öylesine körlemesine koşullanmışız ki, iletişimi farklı yöntemlerle derinleştirmek aklımıza bile gelmiyor. Bunu sağır/dilsiz Barfi ile otizmli Jhilmil arasındaki iletişimde net ve nefis bir şekilde görüyoruz.

Film imdb’de 8.2 puana sahip. Barfi rolündeki Ranbir Kapoor ve Jhilmil rolündeki Priyanka Chopra alkışlanacak bir oyunculuk sergiliyorlar. 

Barfi! (2012) - Blu-Ray - x264 - 720p - mHD - [DDR].mkv_008725082

Brooklyn

Bu aralar okumak gelmiyor içimden. Yakın gözlüğü almam gerek. Okurken harflerin bulanıklaşması, gözümün sulanması kitap okumaktan soğuttu beni. O yüzden biz de film izliyoruz bol bol. Bilerek izlediklerimiz yanında, hiç araştırmadan gözümüze çarpan şunun gibi nefis filmler de çıkıyor arada.

Geçen gün hakkında hiçbir şey bilmeden Brooklyn filmini seyrettik. Film, 2015 Sundance Fim Festivali’nde ilk gösterimi yapılan İrlanda-Kanada ortak yapımı ve bu senenin Oscar adaylarından. 1950’lerde İrlanda’dan Amerika’ya göç eden bir kızın hikayesini anlatıyor.

Yazının bundan sonraki bölümünün ciddi spoiler içerdiği konusunda uyarmalıyım.

brooklyn

İrlanda’daki baskıcı toplumsal ortam ve işsizlik yaşamı zorlaştırmaktadır. Amerika’daki İrlanda topluluğu kendi içinde güçlü bağlara sahip olduğundan, bu kıskaçtan bazı gençleri kurtarabilmektedir. Bunu organize edenlerden biri olan Peder Flood sayesinde genç bir kız olan karakterimiz Eilis Lacey, Amerika’ya doğru yola koyulur. Bu zamana kadar Eilis’in (Eliş okunur) ablası ve annesi ile olan ilişkisini,  ablasının kendini feda edercesine onun göçüne ön ayak olmasını, zorlayıcı çalışma koşullarını, umutsuz kısır gençlik eğlencelerini görürüz.

MTM0MTYyMzA4OTYzMjc2MDUw

Gemide Eilis’e yardım eden genç kadın, renkli, özgür, kendine güvenli ve ne yaptığını bilen bir profille sanki Amerika’nın simgesidir. Eilis’e yardım eder ve öğütler verir.

Eilis, diğer İrlanda’lı kızlarla ev tipi bir pansiyona yerleşir ve Peder sayesinde büyük bir mağazada işe başlar. Fakat memleket hasreti bir yandan, uyum sağlama çabası diğer yandan bocalamaktadır. Ablasına yazdığı mektuplarda dönmeyi ne kadar istediğini hissederken, bir yandan da buradaki yaşama dahil olmaya başladığını görürüz. Başladığı akşam okulu, pansiyondaki diğer kızlarla her akşam beraber yedikleri yemek esnasındaki sohbetleri ve çalıştığı iş yerinde keskin sınırlarla kuralları hatırlatırken farkında olmadan yol yordam gösteren yöneticisi ile Eilis kendi yaşamını kurmaya doğru yol alır.

brooklyn-image03

Kırılma noktası bir Noel gecesi yaşanır. Kilisede verilen yemeğe yardım eder Eilis. Bu kişiler İrlanda’dan artık geri dönemeyecek kadar uzun zaman önce gelmelerine rağmen, Amerika’da yaşamazcasına memleket hasretini bitirememiş kişilerdir. O gece Iarla Ó Lionáird tarafından söylenen şarkı filme de damgasını vurmuş.

Eilis’in bir dansta tanıştığı İtalyan bir genç ise hayata uyum sağlama çabasının karşılığı gibidir. Eilis, her ne kadar aşık olmasa da, kendisini mutlu eden ve bambaşka bir hayatı tanıştıran Tony’e elini uzatır. İtalyan bir ailenin şamatacı, eğlenceli, tutkulu, hayal dolu ve güçlü özelliklerini bünyesinde barındırır Tony. Her ne kadar Eilis’ten daha az eğitimli olsa da, seven, koruyan ve Eilis’e sağlam bir gelecek vaad eden biridir.

019

Filmin ikinci bölümünde Eilis’in ablası Rose aniden ölür. Annesi yalnız başına kalmıştır. Eilis İrlanda’ya gitmeye karar verir. Tony ise “home is home” (ev, evdir) sözcükleri ile geri gelmeyeceğinden korktuğunu söyler Eilis’e ve evlenme teklif eder. Bu evlilik gerçekleşir. Bu noktada Eilis’in İrlanda’da gitmeyi istediğine, ancak orada kalmayı artık düşünmediğine ikna oluruz.

İrlanda’ya, evine ulaştığında ise Tony’nin öngördüğü şekilde yuvasına ulaştığını anlar. Herşey tanıdıktır, üstelik onun kalması için de iş birliği içindedir. Yarı zamanlı bir iş bulur. Ona güzel bir yaşam vaadedebilecek Jim ile tanışır. Çocukluk arkadaşı ile güzel zaman geçirir ve annesi de çok mutludur. Artık gitmesi için bir sebep kalmamış gibidir. Bocalamasını Tony’nin mektuplarını artık açmamasından anlarız.

30-brooklyn-review.w750.h560.2x
Eilis’i Amerika’da Tony ile ve İrlanda’da Jim ile sahile gittiğinde aynı kıyafetledir.  Amerika’da sahil ne kadar kalabalık, renkli ve gürültülü ise, İrlanda’da o kadar sessiz ve sakindir. Eğlence ile huzur karşı karşıya gelmiş gibi.

Eilis, kardeşleri ile beraber inşa edecekleri evin arazisini göstererek gelecek planları yapan, az okumuş ama yol yordam bilen, neşeli, Eilis’in hiç bilmediği bir dünyaya ait İtalyan Tony (Amerika) ile aynı kültürü paylaşan, kocaman bir evi, iyi bir işi olan, hayatı garantide, başka ülkeleri gezmeyi hayal etse de umudu pek olmayan, ciddi Jim (İrlanda) arasında kalır.

Derken birbirinin hayatına fütursuzca burun sokan toplumun gerçeklerine çarpar. Bu noktada Amerika’nın özgür ve bireysel toplum önergesi çekiciliği ile parlamış olur. Göçedenlerin kendi kültürlerini ne denli sahiplendikleri ve yaşattıkları gözönüne alınırsa bence bu pek doğru bir önerme değil diğer yandan.

Ani bir kararla, Tony’e, kendi kurduğu yaşamına, umuda koşar. Gemide ilk defa Amerika’ya giden bir kıza öğütler vermekten geri durmaz.

brooklyn-movie-review-2015

İzlemenizi öneririm. Göçü, yuva ve memleket hasretini, uyum sağlamanın çelişkilerini, bocalamalarını ve karakterin geçiş evrelerini iyi oyunculuklarla, doyurucu bir sinema dili ile izleme şansınız var. Üstelik nefis İrlanda aksanı ile…

Spotlight

Dün izledim filmi. 2016 en iyi film Oscar’ını kazanan ve doğrusu sıkıcı olacağını düşündüğümüz için önceden izlemediğimiz bir filmdi. Merak ettik haliyle ve geçtik ekranın karşısına. Son derece rahatsız edici bir konuyu, müthiş akıcı, ajitasyona kaçmadan, dram kokutmadan, propagandanın gözünü çıkarmadan ve usta oyunculukların zevkini çıkarmamızı sağlayacak şekilde işlemişler. “İzlenmeli” kategorisinde 🙂

MV5BMjIyOTM5OTIzNV5BMl5BanBnXkFtZTgwMDkzODE2NjE@._V1_SX640_SY720_

Film, zamanında Vatikan dahil Hristiyan aleminin epey karışıp, mecburi bir  öz eleştiri ve revizyona gitmesini sağlayan bir rezaletin ortaya çıkarılışını anlatıyor. Araştırmacı gazeteciliğin ne menem bir şey olduğunu anlatmak için basın yayın okullarında filmin irdelenmesi gerekli diye düşünüyorum. Günümüzde modern şehir hayatındaki en elzem mevzu olan “hız”ın, aslında olayları olduğu kadar hayatı da derinlemesine yaşamamıza nasıl engel olduğu daha güzel anlatılamazdı.

Boston Globe gazetesinin özel olayları araştırıp haberleştiren Spotlight denen bir bölümü var. 4 kişilik bir ekip. Konuyu kendileri belirliyor. Diledikleri kadar bir süre araştırma yapabiliyorlar. Araştırmalarını istedikleri seviyede gizli tutabiliyorlar. Buna gazetede çalışan diğer insanlar, hatta editörleri bile dahil. Bu özgürlük ve güven yüzünden böyle etkileyici haberler yapılabiliyor. Bu haberler bir şeyleri değiştirebildiği için bu insanlar canla başla çalışmaya devam edebiliyorlar. Bu özgürlük ve güven sayesinde deneyim kazanıp, sonuçlarının etkileri sayesinde cesaretle haber yapabiliyorlar diye düşünüyorum. İfade özgürlüğü böyle bir şey olmalı. Haber Pulitzer ödülüne de layık görüldü. Günümüz teknolojisindeki haberin anlık ve hızlı bir şekilde erişiminin, içerik ve derinlik anlamında bizden çok şey götürdüğü fikrindeyim. Araştırmacı gazeteciliğin yaşatılması ve internet platformlarında gerekli yeri bulabilmesini diliyorum.

Michael Rezendes, Ben Bradlee Jr., Sacha Pfeiffer, Walter Robinson, Martin Baron, Matt Carroll
Gerçek gazeteciler

Filmin baz aldığı konunun din yönü oldukça düşündürücü. Savaşlardan yoksulluğa, açlıktan sömürgeciliğe kadar pek çok olumsuzluğun çıkış noktasının din olduğu malum. İçinde hümanizm adına öğretileri barındıran bir olgunun tüm bunlara yol açabilmesi, insanın içindeki kötülüğün kudreti konusunda dehşete düşürüyor insanı. Aamir Kahn’ın PK filminde nefis şekilde anlattığı gibi günümüz dinlerinin yaşayışını ciddi anlamda sorgulamak gerekli. Spotlight her ne kadar olayı direk din açısından ele almamış olsa da, bu sistemi deşmeye yönelik bir çabayı konu edinmesi bakımında taktire şayan.

Filmde azınlıklar ve 11 Eylül konularındaki ufak dokundurmalar da oldukça yerindeydi.

Filmdeki oyunculuk etkileyici. Karakterleri anlıyor, içinde bulundukları durumu ve kişisel çabalarını heyecanla paylaşıyorsunuz. Bu duygunun izleyiciye geçmesini sağladıkları, bunu da ağdalı ve taraflı bir oyunculukla yapmamaları beni hayran bıraktı.

Yönetmen : Tom McCarthy

Senaristler : Josh Singer, Tom McCarthy

Oyuncular : Mark Ruffalo, Michael Keaton, Rachel McAdams, Brian d’Arcy JamesLiev Schreiber, John Slattery, Stanley Tucci

Gerçeğe Yakın Bir Öykü : People, Places, Things

nszpvr-b88484544z.120150812151418000g2abcls1.10

Yukarıdaki resimde görünen baba, kızlarının 5. yaşgününde, karısını sevgilisiyle basıyor. Boşanma sonrası evden taşınıyor. Sonrasında içine düştüğü duygusal durum sebebiyle bocalarken, bir yandan hayatını düzene koymaya, bir yandan da kızlarının hayatında varolmaya, onların yaşam düzenini devam ettirmeye çabalıyor. Bu arada anne, sevgilisi ve kızlarıyla hayatına devam ediyor.

Bir Türk bakış açısı ile;

  • ne iyi, ne düşünceli baba, kadın yazık etmiş adama
  • kadın da ne genişmiş kardeşim
  • adam kadını basınca icabına bakacaktı
  • hala görüşüyor kadınla, bir de yardım ediyor, pes
  • adam iyi, kadın çok fena

Oysa son derece mantıklı görünen sebeplerle yolları ayrılan ve çocuklar sebebiyle birbirinin hayatında varolmaya devam eden bir çiftin öyküsü bu. Yaşam insanları farklı yollara savurabilir. Artık birbirine tahammül edemeyen veya birlikte olmaktan dolayı mutsuz insanların bir arada olması gerekmez. Fakat bu iki yetişkinin problemidir. Çocuklarsa her iki tarafın da yaşamının ayrı birer güzelliğidir.

2015 yapımı People, Places, Things son derece olabilir bir olayı gerçekçi bir bakışla sunuyor. Komedi unsurlarının ağır bastığı film öyle güzel akıyor ki, sanki bu insanlar yandaki evde yaşıyorlarmış hissiyle izliyorsunuz filmi.

peopleplacesthingdvdbox

Adam, bir çizgi roman yazmaya çalışırken, bir yandan da üniversitede bu konuda ders veriyor. Evliliğinde herşeyin yolunda olduğunu düşünüyor. İçine kapanık bir karakter, hayatın içinde sakince yol alıyor. Kadın, adamın bu çabasını desteklerken, hem evi çekip çeviriyor, hem de çocuklarla ilgileniyor. Bir noktada kadın, kendini unuttuğunu farkediyor. Hayallerini ertelediğinin, kendisini ihmal ettiğinin ayırdına varıyor.

people-places-things-4

Ayrılık sonrasında adam onu sürekli destekleyen birinden mahrum kaldığında bocalıyor. Fakat ayakta kalmak zorunluluğu onun da harekete geçmesine sebep oluyor. Kızlarının sorumluluğunu paylaşmaya, romanının çizimlerini tamamlamaya, ilişkilerinde sorumluluk almaya başlıyor. Bu esnada kadın, kendisi için bir şeyler yapabilmenin tatminini yaşarken, bunu hayatındaki dengeleri bozmadan yapabilmenin yollarını arıyor.

Tüm bu süreçte adam ve kadının birbirine saygısı, iletişimlerindeki yetişkin tavır, ebeveyn olmanın sorumluluğunu taşımaları, her ikisinin de büyüme çabalarını birbirlerine ve çevrelerindeki diğer insanlara yansıtma biçimleri, adamın okuldaki derslerindeki dürüstlüğü, öğretme biçimleri, öğrencileri ve hayatına giren diğer kadınla ilişki biçimi beni hayran bıraktı.

maxresdefault

Kültürün, ilişkiler çerçevesinden aşka ve ebeveynliğe etkisini mantıklı bir dille anlatıyor film. Olması gereken de bu sanki; insanın kendi mutluluğunu yaratırken, başkalarıyla, özellikle de sorumluluk duyması gereken çevresi ile ilişkisi. Bunu empati kurarak, duygularını ve düşüncelerini dürüstçe ifade ederek yapabilmek gerekli. Bu noktada da okumuş, gezip görmüş, bakış açısını genişletebilmiş olmak çok önemli. Çocuklarım için en büyük dileklerimden biri.

Ayrıca Yeni Zellanda aksanı da ayrı bir tat katmış filme. İzlemenizi öneririm.

1444757105_5

Filmin senarist ve yönetmeni James C. Strouse. Başrollerinde Jemaine Clement, Regina Hall, Stephanie Allynne, Jessica Williams ve ikizler Gia ve Aundrea Gadsby oynuyor.

Tüm gündemden uzakta, bir film tadında : Dirty Grandpa

Boşverivermek… Hayat bazen de bu değil mi? Hele de insanı uyuşturan bir deli gündemde kavruluyorsa ülke! Savaş, din, yoksulluk, cahillik… Hayır yazmayacağım bile. Elimden gelen bir şey var mı? Belki evet, yapabildiğimce. Başka? Yok! O zaman beynimi erimekten kurtarmam gerek. Yaşamam gerek. Hayattan hala zevk alabilmem gerek. Sağlam durmam ve sonu hep aynı olan bu ömrün hakkını vermem gerek. Sınırlı, küçük dünyalarımızda yapabildiğimiz tek şey, o minik dalgayı oluşturabilmek. Sonrası, bırakmak kendini dalgalara.

Dün akşam tam da bunu yaptık. Kahkahalara karışmış iki saate savurduk öfkemizi, çaresizliğimizi. Hafiflemiş ve gülümserken terk ettik sinema salonunu.

İzlediğimiz film Dirty Grandpa (Çılgın İhtiyar) idi. Başrollerde Robert de Niro ve Zac Efron var. Konusu bildik, işleniş şekli tahmin edilebilir bir vasat film aslında. Fakat oyunculuklar da, diyaloglar da nefis.

Konusu; eşini yeni kaybetmiş bir büyükbabanın, istemediği bir hayat içinde sıkışmış torununu kendine getirme çabası olarak özetlenebilir.

Babasının yönlendirmesi ile avukat olan ve şirket ortağının kızı ile evlilik arefesinde olan torun Zac Efron, babanesinin cenaze töreni sonrası dedesi ile beraber 2 günlük bir yolculuğa çıkmak zorunda kalır. Yolun sonunda herkes kendini bulmuş, hatlar oturmuş, istikamet belirlenmiş ve rahat bir nefes alınmıştır. Bu arada seyirci de gülmekten helak olmuştur tabii.

28-dirty-grandpa.w1200.h630

Epey edepsiz bir dili var. Bu edepsizlik, yaşını başını almış bir dedeyi canlandıran Robert de Niro’ya çok yakışıyor.

robert-de-niro-dirty-grandpa

Şu adamın kırışıklık dolu yüzündeki nefis ifadeye bakar mısınız? Botoks mevzusunu bir daha düşünse iyi olur, özellikle oyuncu camiası.

Zac Efron da muhallebi çocuğu görünümümün altında iyi niyetli serseri bir ruh taşıyan torun rolünün hakkını veriyor.

download

Bir diğer dikkate değer oyuncu da R. de Niro’nun peşinde olduğu kolejli kız rolünde Aubrey Plaza idi. 

77164

Ekip sağlam, diyaloglar muhteşem, gülmek garanti.

Çocukları bırakacak bir destek kuvvet varsa, sinema salonunu; yoksa çocuklar uyuduktan sonra bira eşliğinde kendi salonunuzu kahkahadan inletin derim.