Göçme Kararı

Burada çeşitli milletlerden insanlarla tanışıyoruz. Bana ilginç gelen bizimki gibi ülkelerden gelenlerin muhabbetinin bir şekilde göçme sebebine gelmesi oluyor. Birbirimizi anlıyoruz. Uzun uzun sohbete gerek kalmıyor. Birkaç cümle özetleyiveriyor olanı biteni. Hatta bazen kendi ülkende olduğundan daha çok anlaşıldığını hissediyorsun. Garip değil mi?

Biz zamanında göçmen olmanın nasıl bir duygu olduğunu deneyimlediğimiz için bu işe çok da sıcak bakmıyorduk. Hatta bileti alana değin gerçekliğine inanmıyordum sanırım. Bu zorlu yolculuğu bizim zamanında yaptığımızı, sıranın çocuklarda olduğunu düşünüyordum. Genç ve hedefleri olan insanlar olarak bu maceranın zorluklarını rahatça göğüsleyebilirler diye umuyordum. Nasıl buraya geldi iş anlamadım ?🤭 Sonunda bu satırları başka bir kıtadan ben yazıyorum, değil mi?

Özetlemek gerekirse çocukların geleceği ile ilgili kaygılarımız ağır bastı. Duramaz olduk. Mutluyduk elbette ama huzurumuzu gündeme teslim ettiğimizi hissettik. Ülkede giderek artan girdabın bizi de dibe çekmeye başladığını gördük. Kendimizce klavye savaşçısı değil, kendi cephemizde ülkeye emek verenlerden olmaya çabaladık. Günün sonunda bir büyük sel gelip, o minik su yollarını önüne katıp süpürüveriyor. İnsanın direnci de işte bazen öyle kırılıveriyor. O kadar da dramatize etmek istemem, sonuçta bu işin içinde biraz macera coşkusu, değişiklik özlemi, çılgınlık sevdası da var elbette.

Bizi destekleyenler, motive edenler olduğu gibi, bize kızanlar, hatta iletişimi kesenler de oldu. Ülkeyi nasıl bırakıp gittiğimizi soranlar, böyle yaparak geleceği kimlere teslim ettiğimizi sessizce sorgulayanlar. Onlara gönüllü emeğimle yaptıklarımı saymak istiyorum. Çabalarımın dipsiz kuyularda bir minik sesten öte etmeyen sonuçlarını anlatmak istiyorum. Sonra da ben sormak istiyorum, peki sen ülkede kalarak ne yapıyorsun? Hangi yaraya merhem oluyorsun? Bahanelere sığınmadan neleri göze alıyorsun? Emeğini, çabanı hangi binaya tuğla yapıyorsun?

Biz ülkeyi terk etmedik. Biz, sınırı olan yaşam süremizin bir bölümünde daha iyi bir yaşam olacağına inandığımız başka bir coğrafyada yaşamayı tercih ettik. Köklerimizin olduğu yer belli, biz dallarımızı daha yükseğe, daha uzağa kaldırdık sadece. Ülkende onaylamadığın ve haketmediğine inandığın şekilde yaşarken bıkbık ederek iyi vatandaş olunmuyor. Bazen insanın kafasını kaldırıp şöyle bir uzaklara bakması da gerekiyor. Zira dünya sandığımızdan büyük, zaman istediğimizden kısa.

Bir Öykü Denemesi

48 yaşında olmak hayatının baharında gibi hissettiriyordu. Oysa o da farkındaydı elbette pek çok şeyi artık yapamayacaktı. Kendini aslında hayal ettiklerinin hala yapılma olasılığı olduğuna ikna etme yaşıydı bu belki de. Kim bilir, belki de gerçekten hayal denen yanılsama yaşa bağlı olarak şekil değiştiriyordu. Koşullara uyumlanma coğrafyasında doğmuştu. Hemen her coğrafyada olduğu gibi zordu onunki de. Ölümler ona vurmamıştı belki ama haberi vardı sonuçta faili meçhullerden, beyaz toroslardan, tarikat evlerinden, ahırda asılanlardan, eve kapatılanlardan, sokağa satılanlardan, yol kenarında ölüme terkedilenlerden. Bir çırpıda sayıverdiği bütün bu olayların acımasız çokluğuna şaşıranlardan değildi o. Henüz hayatının en güzel yıllarının önünde olduğuna inanmış şanslılardandı. Piyangoda büyük ikramiyeyi vurduğundan dem vuran ama o bileti nerede kaybettiğinden bir türlü emin olmayanlardan yani.

Sokağa adım atar atmaz gördüğü manzarayı kanıksamış birinin vurdumduymazlığı ile yola devam edenlerdendi o. Kazanın yakıcılığını düşünmeden bakkala uğrayıp bir paket sigara parasını umarsızca cüzdanından tezgaha dökenlerden. Peyniri gramla değil, kilo ile alanlardan bir nevi. Tatil denilince aklına bir şey gelen, hatta yazlık dışında bir yolculuk canlanan minicik bir kesimin istisnai evladı, bu vatanın evladı ama başka yüzyılına ait olanı.

Aynı ülkede, aynı şehirde, aynı havayı soluyan ama bambaşka yüzyılların, bambaşka insanları. Varsılıyla yoksuluyla aynı dertte kavrulan, aynı helvayı kavuran kişileri. Bununki fıstıklıydı ama ne de olsa.

Aklına takılan unutkanlığı ile başa çıkmanın yollarıydı derdi son zamanlarda. Bir defter almıştı 30 liraya, mor, kapağı yalancı deri, hayatı gibi. Ona yazıyordu yapılacakları, yapılmayacakları; 1 kilo beyaz peynir al, kardeşini ara, annenin kirayı hatırlat, kızın kitabını ısmarla, oğlanın basketbol kaydını yenile, yemeği ocakta, anahtarı kapıda unutma. Elin ermişken faturayı da yatırıver Niyazi. Kendiyle dalga geçmeye bayılırdı. Hayatla başa çıkma yöntemi buydu. Kahkahasını güzelleştirme çabası yıllar içinde semeresini vermiş, dillere destan bir çınlamayla eş dost arasında hatırı sayılır bir yer edinmişti. Keşke kendi de böyle bir yer edinebilseydi. Olmamıştı, ama bununla da dalga geçmenin bir yolunu bulmuştu. Soranlara dost meclislerine onu değil, kahkahasını çağırdıklarını anlatırdı. Soran olursa elbette. Keşke. Sahi niye kimseyle konuşamaz olmuştu? Neyse ne canım, hele şu sokaktan bir çıksındı da, sonra düşünürdü bunları. Adımlarını hızlandırdı. Yetişmesi gereken bir yer varmış numarasını yaptı yine. Gününü değilse de, anını kurtarırdı bu numara. Sanki tüm sokak pencereden, balkonlardan gizlice onu gözetliyor, kimsesizliğini yüzüne vuruyor gibi huysuzlandı yine. Derin bir nefes koyuverdi aklındakilerle uçuveren. Adımlarını daha da hızlandırdı. Yetişmesi gereken bir şey yoksa da, hayat ağırdan almaya gelmezdi sonuçta. Mutlaka vardı acelesi. Yola koyuldu bu düşüncenin heyecanı ile. Kendiyle dalga geçtiği kadar, kendini ikna etmenin de ustasıydı. 48 yıl, dile kolay. Bu ömrü ne diye yaşamıştı, kendini hayata hazırlamak için elbette. Hazırdı, hayat başlayabilirdi yaşanmaya. Hazırdı değil mi? Kendi kendine gülümsedi. Etrafına bakındı sonra hani gören olduysa diye pencerenin ardında.

Son defa olacağına defalarca niyet etmiş, niyetini bozmaya sanki inat etmiş, inadına yenilip mağlubiyeti ganimetmiş gibi kabul etmiş bir edayla çantasını açtı. Altın renginde, göşterişli ama belli ki ucuz bir ruj çıkardı. Dudaklarını kan yutmuş gibi kırmızıya, gözlerini gecelerce ağlamış gibi çakmak çakmak aleve teslim etti. Kalçasını hafifçe döndürerek kıvırttı. Bu hareket ruju tamamlamış, geriye saçlarını şöyle bir savurup, adımlarını kaldırımda tıkır tıkır çınlatmak kalmıştı.

48 yaşındaydı. Hayatının dizginlerini eline almanın, hayallerini sırtındaki heybeye, planlarını aklında bir köşeye, imkanlarını ise bankadaki hesabına aktarmanın tam zamanıydı. O da öyle yaptı. Dudaklarını yaladı, saçlarını eliyle savurdu, topuklarını sağlam bastı ve geriye dönüp bir kez olsun bakmadı. kalan hayatının ilk günü böyle başladı. Tam 48 yaşındaydı.

Göç neresi?

İnsanın kendi ülkesinden başka bir yerde yaşamak istemesinin onlarca nedeni olabilir. Bu sebepler gibi süreçler ve sonuçlar da farklı elbette. Ne kadar göçen, o kadar göçmen hikayesi. Üstelik tarihin hemen her döneminde göç önemli ve popüler. Dünya sürekli olarak o yandan bu yana, çeşitli sebeplerle, bazen koşa koşa, bazen mecburen yapılan yer değiştirmelere mekan. Sınırlar olmadan önce de böyleymiş, sınırlar kalktıktan binlerce yıl sonra bile öyle olacak.

Geçenlerde biriyle konuşurken ‘bize de rahat battı işte anacım’ dedim göç sebebimize. Öyle ya, metropol karmaşasından, beyaz yaka plaza dünyasından kaçmayı başarmıştık. İstanbul’da tohumlarını attığımız o şahane çocuklu hayatı, bir Ege kasabasında kurmuştuk. Tam da ‘dream come true’ olmuşken, rahat mı batmıştı acaba bize de, ani kararlara teslim olup okyanuslar aşmıştık? O taraftan bakınca böyle mi görünüyor bilmem! Biz yıllar önce Londra’ya da bu şekilde gitmişiz aslında düşününce. 2001 krizi ülkeyi sarsmış ama bizim işler tam da aksine çiçek açmıştı. Çalışıyor ve para kazanıyorduk. Aşkın henüz tomurcuk halleri bünyemizde kıpır kıpır dalgalar yaratıyor ve biz hiçbir şeyi umursamıyorduk. Nereden estiyse işte o zamanlarda bir kaç aya yayılan köprüleri yakıp, bavullara sığıp bilmediğimiz coğrafyalara yelken açma maceramız başlayıvermişti. Her zaman ne iyi ettik de gittik diye düşündüğümüz, hayatımızın 2,5 yılına yayılan ama etkisi sayesinde tüm hayatımızın rengi, seyri değişen bir deneyim oldu.

Kıtalar arasında konuşlanan bir şehirden, dünyanın en etkili adasına, kıta Avrupa’sının dışına ama tam da kalbine gitmiştik. Arjantin ise kanımızı kaynatan, halimizi anlayan, elinde avucunda olanı bize sunan, bizi içten içe kaynayan mitolojinin beşiği kumsallardan çekip bağrına basan bir yer. İnanıyorum ki bu deneyim de bizi mutlu edecek, çocuklarımızın hayatında önemli bir yer edecek. İyi ki yapmışız bu çılgınlığı diyeceğiz.

İşte göç dediğin insanın, sebeplerden kendine uyanı, yollardan kendi patikasını ve sonunda muhakkak düşündüğünden de, umduğundan da başkasını, daha iyisini bulduğu yer.

Arjantin, biz geldik

Bundan tam da 7 yıl önce bir göç hikayesi yazmaya başlamıştım. Çünkü kendimce son göçümü gerçekleştirmiş ve renkli, meşakkatli ve dahası oldukça da zor ama eğlenceli olan, yapay, içindeyken sahici, kapitalist reklamcı plaza hayatıma, bir Ege kasabası ile noktayı koymuştum. Bu benim emeklilik hayalimi gerçekleştirme ve bir yere konup hayatımı orada devam ettirme durumumdu. O yüzden bu göçe pek çok anlamlar yüklemiş, sakinleşmek için kendime tanıdığım zamana limit bile koymamıştım. Bir yıla yakın süren yavaşlama çabamın karşılığı olarak kendimi sosyal sorumluluk ve gönüllü projelere adamış, neredeyse haftanın tek günü bile tatil yapamaz hale gelmiştim. Ne garip bir rüya, ne şahane bir gerçeklik.

Derken epey verimli ve keyifli geçen bir 7 yıl yaşadık Ayvalık’ta. Bu güzelim Ege kasabası hayallerimizin durağı oldu. Eğlenmek ve dinlenmek arasında, çalışmakla durmak arasında bir yer edindik kendimize. Hobi dediğimiz mutluluk kaynaklarını sonuna kadar kullandık. Hakkımız olan zamanı, hakettiğimiz keyfe yedirdik, üstüne güzel bir afiyet olsun çektik. Pek çok dost, yanına da bir dolu anı ekledik heybeye. Bu arada acılar ve kayıplar, gözyaşı ve kırlaşan saçlar eklendi yeni kırışıklıkların yanına, onları da kucakladık sevgiyle. Ardımızdan gelenler ve bu yolda yitip gidenler oldu. Ah, işte burası en zoruydu.

Derken nasıl oldu bilmiyorum?! Ülke kendini doğal afetlerle, toplumun kendine biçtiği felaketlere, bense kendimi kadınlarla örülü bir kızkardeşlik çemberine teslim ettim. Bir süre kederle, acıyla ve çaresizlikle örülü duygular, eylemin sağaltıcı gücüyle yoğruldu. Bak bu afilli lafların gerçek karşılıklarını yaşamış olmanın haklı gururunu da heybemde taşıyorum ha, yanlış olmasın. Sonra bir sabah gerçeğe uyandık.

Eğitimin yerle yeksan olduğunu, güvendiğimiz dağların karlarla kaplandığını, bize bizden başka inanan ve dahası yere düştüğümüzde elini uzatan olmayacağını ilk elden gördük. Bizim gibi olanlar yapayalnızdı. Bizi biz kurtaracak ama kurtulanları bir yere koyamayacaktık. Üstümüzdeki çatıyı, sırtımızdaki hırkayı, ağzımızdaki lokmayı son kez buluyorduk belki, belki de bizim yalan yanlış hissettiğimiz tam da buydu. İnsan bazen gerçeği bilir ama inanmaz, bazen inanır ama o da gerçekle uzaktan yakından ilgili olmaz. Bizim başımıza gelen hangisiydi zaman gösterecek.

İşte tam da o noktada veda etmeye karar verdik. Her verdiğimiz karar gibi hızlı ve etkili oldu. Dalga dalga yayıldı ve etrafımızdaki birilerini, genelde en sevdiklerimizi çeperine alıp etkiledi. O geçen kısacık zaman dilimi benim için çocuklarımın ikisini beraber emzirdiğim, işyerimde olmazların olmasına şahitlik ettiğim, kendimi hiç olmadığım kadar becerikli ve yetersiz hissettiğim o dönemi hatırlatıyordu. Aynen o dönemde olduğu gibi, bu kısacık etkin zaman diliminde de ben gerçekle sanal olanı ayırıyor ve kendimi mutlu, güçlü, şanslı ve kaygılı hissediyordum. 2 yıl arayla doğurduğum çocuklarımı aynı anda emzirirken de, hayallerimi ayakta tutmaya çalışırken de benzer duygularla boğuşuyordum. Keşke biri önemli olanın karar vermek ve o kararın arkasında durmak olduğunu o zaman söyleseydi bana. O dönem içimden gelene ve kendime inandığım ve sonunda bunu yaşama geçirdiğim için olsa gerek, şimdi en ufak bir kuşkum yok. Çünkü biz oralardan geçtik, o sayfayı ezberledik, o konuyu işledik, o sınavı verdik.

Tam da o sebepten içimiz rahat, gönlümüz ferah aldık iki ergen çocuğu, dünyanın bir ucuna, dilini, kültürünü bilmediğimiz bir ülkeye aniden çıkageldik. Hoşgeldik. İlk 5 hafta itibariyle asayiş berkemal. Darısı kalan yılların, yeni heyecanların başına.

Göçmen

Uzun, çok uzun bir yolculuğun neredeyse sonuna gedik. Günlerdir yoldayız. Değişik evlerde, farklı yumuşatıcıların ferah kokusu sinmiş yastıklarda yatıyor, başka başka hamarat ellerden çıkmış nefis yemekler yiyor, sohbetlerimizi hep güzel anılarla bitiriyoruz. Geçmişi anmak, geleceğe dair güzel dileklere inancı tazeliyor. Sevdiğimiz insanlara, mekanlara, tatlara süresi belirsiz bir zamana kadar veda ediyoruz. Uzak bir coğrafyaya, uzun bir yolculuk yakışır dercesine en maceralı yolları seçiyoruz.

4 farklı güne, 4 farklı kıtayı sığdırdık. Tam da bu satırları yazarken Brezilya’dan Buenos Aires’e uçuyoruz. Latin Amerika’nın üzerinde gözlerimizi açık tutmaya çabalıyor ve yeni yuvamıza kavuşmak için heyecanla saatleri sayıyoruz. Bu sabah Afrika’da uyandık. Etiyopya birbirinden renkli insanları ile bizi karşıladı. Yeni hayata başlamak için çok renkli, çok dilli, egzotik kokulu bir başlangıçtan daha uygununu düşünemiyorum. Brezilya uçağında farklı milletler, ama en çok Ruslar var. Bizden başka Türk yok. Oysa Etiyopya uçağında bile, Johannesburg’a giden bir Türk vardı. Bu tarafta yalnızız. Aile olarak bu macerada birlikte olmak kendimizi daha güçlü, daha bağlı hissetmemizi sağlıyor. Zamanlama mükemmel.

Çocuklar süreci çok iyi yönetti ve kolaylıkla uyum sağladı gibi görünüyor. Umarım bundan sonrası da rahat geçer. Sonuçta bu maceranın ana motivasyonu onlar. 10 yaş altında olsalardı yolculuğun ne denli yıpratıcı olabileceğini düşünüp, halimize şükrediyoruz. Yemekler değişik, koltuklar rahatsız, yol fazla uzun ama çocuklar gayet uyumlu. Gurur duymak için bir sebep daha. Yüzümüzde gülücük, gözlerimizde derinlerde saklanmış hüzün, ağır bavullara asılan kollarda içten gelen bir güç, yüreğimizde umutla yeni bir hayata başlıyoruz. Göçmen kervanına biz de katılıyoruz. Üstelik ne denli zor olduğunu deneyimle sabit bile bile. Gitmediler, biz gitmek zorunda kaldık. Çocukların kaygı, merak ve heyecan dolu gözlerine bakıyorum ve memleket adına bildiğim her duyguyu o bakışlara ilmek ilmek dokuyorum. Coğrafya değilse de, o coğrafyada yaşayanlar kaderini çiziyor insanın. Biz eğer memlekette bu kaderi kendimiz çizemeyeceksek, dünya bizim vatanımız diyerek yollara düşenlerden olmayı seçiyoruz.

Yeni hayat başlıyor.

Aynı Mekan, Farklı İnsan

Acayip bir şey şu yaşanan çağ. Hani her devir kendince bir değişik aslında ya, neyse… Aynı şehirde kimi parasının hesabını bilmez, nereye savrulacağına karar verememiş, sıkıntılı; kimi işyerindeki hırslara bulanmış ev içi ilişkiler yumağında boğulmuş; kimi geleceğini sırt çantasına bağlamış, kendi hayatının kaçağı. Coğrafya aynı ise de, kaderleri değişik, yaşadıkları çağlar farklı, koşullar adaletsiz bir dolu insan kalabalığı. Bu çokluğun içinde biricik insanlar, yalnızlar, kafası karışıklar.

Kendimi ne zaman umutsuz hissetsem, ne zaman yarına güvenemesem, canım sıkılsa, içim daralsa, derdimi yük sansa ruhum aklım uçar gider bu düşüncelere. Bilmem nereden sızar zihnime bunca ayrıntı, bunca hayal detayı? Okuduklarım, dinlediklerim, gördüklerim, izlediklerim bir olur, nereden, ne zaman çıkacağı bilinmeyen bir gökkuşağı gibi beni sarar.

Dara düşünce sığının siz de kalabalıkların yalnız insan çehrelerine. İçlerinde birileri çeker sizi kendi derinliğine. Oradadır belki derdinizin dermanı, en azından bir nefes alımı rahatlama zamanı. Olmadı mı? O zaman belki de el uzatmanız gereken esas dert oradadır. Belki gönlünüzün ferahlaması için sebeptir o çehrenin insanı. Gönüllü olmak biraz da bu değil mi? Hani yaşamaya gönüllü misali… Kapiş 🙂

Emekli mi?

Emekli olmanın anlamı ekonomiye göre değişiyor. Bu zamanın ekonomisinde biz EYT yani emeklilikte yaşa takılan arada kalmışlar bambaşka hislerle kucaklıyoruz bu olguyu. Çünkü biz X kuşağının alamet-i farikası bu işte, arada kalmışlık. Savaşmakla kaçmayı, bireysellikle çoğulculuğu, keyifle zorunluluğu karman çorman yapıp, elimize yüzümüze bulaştırmakta, yaşamanın kendisini katrana bulamakta beis görmeyen kuşağız biz.

Tam da o nedenle eski filmlere hayran olur, Rock’n Roll’un çıkış şarkılarına eşlik edebilir, 90’ların acımasız kapitalist düzenine güzellemeler düzer, Sex and The City ile Meg Ryan hayranlığını hiç üşenmeden karıştırır, Friends karakterlerine göre davranış analizi yapar ve dahası 50’lere dayanmış yaşımızdan gurur duyarız. Biz X kuşağının medar-ı iftar-ı, tekmili bir arada zat-ı şahaneleriyiz. Biz ülkeye borçlu hissedip, başka bir ülke sınırlarını zorlamamayı kaçmamak diye nitelendirenleriz. Biz borçlu olduğumuzu düşünürken, aslında hakkımız olanı alamadığımıza inanan koca bir topluluğuz. Biz organize olmayı beceremeyen, çocuklarımızdan gönüllü olmayı öğrenmiş orta yaşlarız. Biz iyi ki varız.

Henüz yaşlılık aylığı diye nitelendirilen meblağları hesaplarımızda görememiş olsak da, hak kazanmış olduğumuz teyit edildiğinden mutluyuz. Zira bunun için yıllanmış bir mücadele veriliyordu. Her ne kadar ekonomik darboğazın bizi getirdiği noktada boğazımıza kadar gömülmüş olduğumuz bataklığa biraz daha batmamıza sebep olmuş olsa da, bir kazanımdır kuşağım adına sonuçta.

Knut Hamsun, Açlık!

Dün akşam #cankadınlarokumatoplulugu ile #KnutHamsun Açlık kitabını konuştuk. Kitap, geçen yüzyılın başlarında açlığı her hücresinde, tüm şiddetiyle yaşayan yazarın, bu deneyimi okura aynen ve şahane bir şekilde hissettirebilmesi diye özetlenebilir. Gururu, yaşam amacını, istekleri ve aşkı açlıkla sınamak nasıldır anlar insan kitabın sonunda. Bu, kitaba 1920 yılında verilen Nobel ödülünü de açıklıyor bir bakıma. Yazarın hayatı da yaşadığı coğrafyanın ve dönemin zorluklarının yansımasıdır adeta. Her türlü işte çalışıp yine de karnını bile doyuramamaktan, göçlerle kendine yaşam alanı yaratma çabasına, veremden dolayı eve ölüme dönerken iyileşmek, fakat ardından iki defa aynı şehirde, Oslo’da, açlıkla sınanmaya, kendince çıkış bulduğu faşizm belası yüzünden uzun ömrünün sonlarında kendi halkı tarafından izole edilmekten, hapsedilmeye… Buna rağmen kitaplarındaki muazzam içerik ve anlatım teknikleri ile pek çok yazarın gıpta ile baktığı eserlere imza atmak. Sanatçıların yaşamına ve eserlerine bakınca bizi kendilerine hayran bırakmalarının sebebi de bunca sıradışı olmaları değil mi?

Knut Hamsun
(Nobel ödüllü, Norveçli yazar, 1859-1952)

Açlıkla sınanmak denilince aklıma yurtta kaldığım zamanlar geldi. İlkokuldan sonra gittiğim devlet yatılı yurdu, hayatımda iyi-kötü pek çok şeyi yaşamama vesile oldu. Tam anlamı ile açlık olmasa da, buna benzer bir yokluk duygusunun iliklerime işlemesi de bunlardan biri. Bir kere toplu yaşanan pek çok ortamda olduğu gibi kendimize ait yiyecek bulundurmak mümkün değildi. Mantıklı elbette.Öte yandan beslenmemizden sorumlu olan devlet ve okul yönetimi 11-17 yaş grubundaki gençlerin beslenmesinde şöyle bir menünün uygun olduğuna karar vermişti:

Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde margarin, bir yemek kaşığı gül reçeli, çay

Öğle: Bir kepçe kuru fasulye, bir kepçe pilav, hoşaf

Akşam: Bir kepçe kuru fasulye, pilav

Dilediğin kadar ekmek elbette. Malum milletçe hastasıyız ekmeğin. Ara öğün diye bir şey yok. Ertesi günün menüsü:

Sabah: Kibrit kutusu büyüklüğünde yağsız beyaz peynir, bir yemek kaşığı zeytin, çay

Öğle: Patates yemeği, yayla çorbası, elma

Akşam: Patates yemeği, yayla çorbası

Ortaokul yıllarımdan

Bazen hafta sonları hem peynir, hem reçel, hem de haşlanmış yumurta olurdu. Reçel ve yağ olduğu günler daha iyi doyardık. Çünkü daha fazla ekmek yemeye elverişli bir menü. Sulu yemeklerin içine bir dilim ekmek atar, onu ıslatır yerdik. Patates yemeğini püre haline getirir ve ekmeğin üzerine sürerdik. Cuma ve cumartesi akşamları minik kantinimizde satılan bir kaç çeşit bisküvi ve çikolata içinde özellikle Tadelle’yi tercih etmemiz de bundandı. Çünkü ekmeğin arasında koyunca harika bir öğün olurdu. Şimdi bu yetişkin halimde aslında doymak için bulduğumuz çözümler pek acıklı ama akıllıca geliyor. Aferin bize.

Annem ve babamın bizden bir nesil önce yaşadıkları yurt deneyimlerindeki harika koşulların yarattığı anılara bakıyorum ve doğal olarak kendi deneyimlerimle karşılaştırıyorum. Garip bir tezat var. Biz ileriye gitmeliydik değil mi? Belki de bu nedenle o dönemde yurtta kalan bizlerin aileleri bu duruma hiç tepki vermediler. Onlar bizi devlete emanet etmenin rahatlığı ve devletin yüceliğini sorgulamanın akla dahi gelmemesinin sıradanlığını yaşıyorlardı belki de.

Sonra durumu gayet iyi olan çocukların çoğunlukta olduğu bir üniversite, şaşalı hayatların yaşandığı reklam piyasası, yurtdışı deneyimi derken, bu coğrafyanın da kendine has bir şekilde evlat kayırdığını anladım. Daha iyisi de var, daha kötüsü de. Fakat herkes bir yandan şanslı iken, bir yandan darbeyi almış. Yaralı ruhların şen memleketi burası. Acıyı bal eyleyenlerin yuvası. Kan içip kızılcık şerbeti diyenlerin, bir araya gelince otobanda arabayı durdurup göbek atanların coğrafyası. Ezmeye gelince ayaklar altına alıp çiğnediğimiz canları, yeri gelince ölesiye yüceltebilmeyi de başardığımız garipliklerin vatanı. Hafızası balığınkinden az belki ama, genlerine geçmişin dövme gibi kazındığı insanların yaşadığı kaf dağı burası.

Taa iskandinav yurdunda 100 yıl önce yazılmış açlığın, benim zihnimdeki gurultusudur ispatı iyi edebiyatın. Varolsunlar…

Virginia Woolf

1800 sonlarında İngiltere’deyiz. Viktorya dönemi bitmek üzere. Sanayileşme, kadın ve erkeğin beraberce ezildiği büyük bir işçi sınıfı ve yeni zenginler oluşmasına sebep oluyor. Britanya İmparatorluğu bu değişimden en çok nasiplenen ülkelerden biri. Viktorya dönemi aristokrasiyi yücelterek sınıf ayrımını keskinleştiriyor. Sonradan Sir ünvanı alan Leslie Stephen ise bu dönemin en önemli yazarlarından biri. Julia Duckworth gibi o da eşini kaybetmiş. Tesadüfen komşu olan ve ilk eşlerinden çocukları bulunan bu iki insan birbirlerini seviyor ve evleniyorlar. Virginia Woolf toplam 10 çocuklu bu ailenin 9. ve en küçük kızı.

Dönemin şanslı ailelerinden birisi. 6 katlı bir konakta, onlarca hizmetçi ile yaşayan kalabalık, varlıklı ve eğitimli bir aile. Dönem gereği kızlar henüz okula gidemiyor ancak Woolf, ablası Vanessa ile beraber evde gayet iyi bir eğitim alıyor. Öte yandan dışarıdan gayet muntazam görünen bu ailenin gizli sırları var. Babanın ilk evliliğinden olan iki ağabey, kızkardeşlere yıllarca cinsel tacizde bulunuyor. (Virginia bu dönemi yaşamının sonlarında daha sık ve net hatırladığını ve bunun ona çok acı verdiğini söyleyecekti.) Üvey anne ve üvey abla akıl hastalığından muzdaripler. Anne kızların ergenliğinde grip sebebiyle aniden ölüyor. 9 yıl sonra da babayı kaybediyorlar. Bu kayıplar Virginia’nın ruhunda derin yaralar açıyor. İntihar denemelerinin başlaması ve onu korkutan gaipten seslerin duyması bu dönemde başlıyor. Hayat bu noktaya kadar Virginia için tüm bu olumsuzluk ve olanaklarla kendini keşfetme yolcuğu ve eğitimle geçiyor. Ancak asıl kimliğine kavuşması kardeşleri ile beraber Bloomsbury’e taşınması ile gerçekleşiyor.

Maddi anlamda hiç bir sıkıntılarının olmaması kardeşlere diledikleri gibi yaşayabilme özgürlüğü veriyor. Bu sayede entelektüel pek çok ismi barındıran Bloomsbury grubuna dahil oluyor ve günlerini hemen her konuda tartışarak ve üreterek geçiriyorlar. Bu gruptaki özgürlükçü ve üretken ortam, Virginia’nın hem kendisine dair, hem de kadına dair düşüncelerinde ciddi ilerleme kaydetmesine yol açıyor. Ergenlikten bu yana ruhundaki duyarlı ve yaralı tarafı anlamlandırmaya çalışan Virginia yazarak ruhunu iyileştirmeye çabalıyor. Bu grubun içinde tanıştığı Leonard Woolf ile evleniyor. Bu evlilik bir arkadaşlık ve iş ilişkisi şeklinde ilerliyor. Leonard bir basımevi kurarak, Virginia’nın kitaplarının rahatça basabilmesine olanak sağlıyor. Kitapların tüm resimlerini de ressam olan ve aynı grubun içinde bulunan kardeşi Vanessa çiziyor.

Virginia, yaşadıklarından derinden etkilenen, hemen her olayı ruhunda acıyla yaşayan biri. Bipolar bozukluğunun ona verdiği bu lanet, aynı zamanda bir lütuf. Bu sayede kitaplarında yaşamın ruhundaki yansımasını anlatabilme şansını buluyor. Eşcinsel olması kadına dair bakışını etkileyerek yazdıklarını şekillendiriyor. Ruhsal durumu da edebiyatta çığır açacak olan bilinç akışı tekniğini keşfetmesine sebep oluyor. Bu teknik ki, yazdıklarının çağlar boyunca kuşaktan kuşağa akmasını ve kadının varoluş kavgasının anlaşılmasını sağlayacak önemli bir mihenk taşı oluyor.

1941 yılında, yeni bir dünya savaşının gölgesinde bombalar patlar ve geleceğe dair umutsuzluk hüküm sürerken, kocasına ve kardeşine birer mektup bırakıp, cebine doldurduğu taşlarla kendini nehrin sularına bırakıyor. Bu dünyadan bir ruhunun yarasını merhem niyetine kadınlara bırakan bir Virginia Woolf geçiyor.

Eserleri:

1915 Dışa Yolculuk : Annesinin ölümü ile başedebilmek için yazdı.

1919 Gece ve Gündüz : Klasik gerçekçi üslup ile yazdığı roman, 1. Dünya Savaşı öncesi İngiltere toplumunu anlatır.

1921 Pazartesi ya da Salı

1925 Mrs. Dalloway : Bilinç akışı tekniğinin başlangıç romanı. Romanda kendisi ve ailesindeki bazı kadınların aklından geçenleri farklı bir teknik kullanarak anlatır.

1927 Deniz Feneri : Kendi intiharına dair bir göndermede bulunduğu romandır. “kendini üzerinde durduğu daracık tahtanın ucundan insanı yutuveren o sulara bıraktığını gören olmamıştı.”

1928 Orlando : Yazılmış en uzun aşk mektubu denebilir. Sevgilisi Vita Sackwille-West’e adanmış bir roman. Eşcinselliğini açıkça ifade etmiştir bu romanla.

1929 Kendine Ait Bir Oda : _Feminist hareketin en önemli ve Wollf’un en bilinen, en kolay okunan kitabıdır. Neden Shakespeare gibi bir kadın ozan yok sorusuna cevap aradığı bir metindir. Metinde tarihsel bir inceleme, alıntılar ve serbest akışla bir cevap aranır bu soruya. Sınıfsal ayrım ve cinsiyet ayrımının kadını getirdiği nokta gözler önüne serilir. Kadınlara şöyle seslenir: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın.” 

1931 Dalgalar : Düzyazı formatında yazılmış bir şiir denebilir. Bilinç akışı tekniğinin en önemli eseridir. Gerçekçi roman geleneğinden kopuşu temsil eder. Virginia’nın bir denizin kenarına oturup, kitabı dalgaların ritmine uygun olarak üç kez yeniden düzenlediği söylenir. Orjinal dilinde ritmik bir akışı vardır.

1931 Londra Manzaraları

1937 Flush, Bir Köpeğin Romanı : Bir aşk öyküsünün bir köpeğin bakış açısı ile anlatılması

1937 Yıllar Üç Gine

1941 Perde Arası : Son kitabı

Sosyal Medya

Bugün ben instagram’da fotoğraflara bakarken, oğlum başkalarının ne kadar da güzel hayatlar yaşadıklarını iyice öğrendiğini ve başka bir şeye bakmak istediğini söyledi. Sosyal medyanın bilgi edinme, haberleşme, ticaret gibi pek çok işlevinin yanısıra, esas anlamının bu cümlede gizli olduğunun farkındayız, değil mi? Başkalarının hayatlarını gözetlerken, onlardan daha anlamlı ve özenilesi hayatlara sahip olduğumuza ikna olmak. Yetmez, onları da buna ikna etmek. Giderek artan bir takipçi sayısına paralel tatmin olmak. Bu arada zamanımızı, enerjimizi, gerçek hayatın anlamlı anlarını kaçırmak.

Bazen dikiş videoları izlerken yaşadığım başarma hissi, aslında elimde bir ürün olmadığını farkettiğimde hızlıca hüsrana dönüşüyor. Aynı durum yemek ve pasta videolarında da oluyor. Hatta çocuk eğitiminde, kitap eleştirisinde, tatil rotası seçiminde. Çocukların eğitiminde bildiklerimi uygulayamadığım, o kitapları okumayadığım ve o tatilllere çıkamadığım yüzüme çarpıyor. Üstelik bunların olmama nedenlerinin başında da zamansızlık geliyor. Kötü zaman yönetimi değil, hayata ayırmam gereken zamanın sosyal medyadaki içeriklere harcanmış olması gerçeği. Bunu yıllarca medya planlaması yapmış, sosyal medya analizlerine ve pazarlama şifrelerine kafa patlatmış bir iletişimci olarak benim yapmam daha da manidar değil de ne? Peki çözüm?

Çözüme gelmeden bunları sorgulamaya beni iten şeyin oğlumun sözleri değil, bu esnada tükettiğim içerik olduğunu söylemem gerek. Başkalarının hayatları kısmında, başka ülkelerin, başka yüzyılları, başka dertleri, muhtemel daha iyi gelecekleri ve bunun pek de farkında olmamaları gerçeği kıskançlık damarlarıma baskı yapıyordu gözümün önünden geçen videolarda. Kendimce son derece uğraşılmış ve beni hem mutlu, hem de tatmin eden ‘şahane’ hayatımın aslında coğrafya gereği bir zaman kırılmasına kurban edilebileceği fikri ürkütücü geliyor. Daha da fenasına şahit olduğum zamanlar ise sinirlenmek ile vicdan yapmak arasında sıkışıyorum. Şükretmek, epeydir kabullenmek anlamına geldiğinden ve bu kadarına razı olmanın çocuklarım ve umudum adına yapılacak büyük bir haksızlık olduğuna inandığım için pek geçerli değil artık. Umarım çelişkiler yumağının içimde uyandırdığı rahatsızlık ve çaresizlik hislerini anlatabilmişimdir. Zira benim gibi düşünen çok insanın olduğuna ve bu güruhun giderek sinirlenmeye veya bu hisleri yok saymaya doğru gürül gürül gittiğini gözlemliyorum.

Bakalım sosyal medyanın başka ne işlevleri var? Harcadığımız zamanın kontrolünü ele aldığımızda ve içerik kontrolünü başardığımızda görür müyüz dersiniz? Bence çözüm bu cümlede yatıyor.