İstanbul’dan Göç Etmek

Eğer İstanbul’da çalışan bir beyaz yakalı iseniz eminim başka bir yere göç etmeyi en az bir kez istemiş, hayal kurmuşsunuz, hatta plan bile yapmışsınızdır. Haklısınız tabii! Trafiği, mesaileri, çocuğunuzu bakıcıya teslim etmeyi, okul sorununu, müdür sorununu, arkadaşlarla bir türlü görüşememeyi ve dahasını düşününce!😟 Zor değil mi? Kalmak kadar gitmek de zor öte yandan. O yüzden zamanını bekliyorsunuz sanırım. Size bir şey söylememe izin verin o halde, zamanı siz getirmezseniz gelmeyecek 😲

Öncelikle neden kaçmak istediğinize odaklanın. Şu andaki yaşam koşullarınız sizi ne derece zorluyor? Zorluk derecesi nispetinde neler sağlıyor? Sağladığı olanaklar gerçekten sizin istediğiniz hayatın olmazsa olmazları mı? Oturduğunuz ev mesela, çocuğun okulu, kıyafetleriniz, arada bir dışarıda yediğiniz yemek, prestij, çevre, kariyer? Sizce değerli olan ne ve karşılığına değer mi? Biz şahane bir koca beyaz sayfaya SWOT analizi ile anlayabilmiştik içinde bulunduğumuz durumu. Çoğumuzun aşina olduğu bu muhteşem analiz sadece sunumlarda değil, kişisel hayatınızda da işe yarıyor. Eğer içinde bulunduğunuz durum, yani işiniz, eviniz, ortamınız ve olanaklarınız sizi tatmin ediyorsa, şikayet ettiklerinizi düzeltmenin yollarını arayın. İş değiştirin, ev değiştirin, sosyal hayatınızı canlandırın, çocuğun okulunu değiştirin, bakıcı yerine bir okul arayın mesela. Ya da bir hobi edinin, bir kursa yazılın, görüşmek istediğiniz arkadaşlarınızı eve davet edin veya evin dekorasyonunu değiştirin. En önemlisi de şikayet etmeyi bırakıp harekete geçin.

Eğer olumsuzlar daha fazla ise, gitmeyi ciddi ciddi düşünmeye ve planlamaya başlayabilirsiniz. Nasıl mı? O da başka bir yazının konusu olsun hadi. Şimdi her şeyi boşverip şahane bir tatil yapın en iyisi 😜

İyi tatiller ahali

Sıkılıyor Musun?

İstanbul’dan Ayvalık’a yerleşme kararımıza en çok gelen tepkilerden biri de buydu sanırım ‘sıkılırsınız’ ! Bir yıldan uzun süredir buradayız ve artık bu soruya gönül rahatlığı ile cevap verebilirim. Hayır sıkılmıyoruz, aksine zaman yetmiyor bile.

İstanbul’da iş ve ev arasında çocuklara ve kendimize vakit yaratmak için epey uğraşıyorduk. Bilenler bilir, hafta sonları gayet programlı ve yoğun geçerdi. Akşamları çocukların erken uyumaları sayesinde kendimize vakit yaratabiliyorduk ama yeterli değildi. Hele de yıllık tatili saymıyorum bile, 2 hafta ne ya?! Yapmak isteyip de yapamadıklarım yüzünden strese giriyor ve sinirli, sabırsız yanımın gün ışığına çıktığını görüyordum. Beni mutsuz eden şeylerin başında zaman yetersizliği vardı kısaca. Canımın sıkılmasına neden olan şey de, genel olarak zaman yetmeyecek diye başlamadığım ve ertelemek zorunda kaldıklarımdı. Çok önemli şeyler değilse de, insanı kendiyle yakınlaştıran, ebeveyn olmanın keyfini sürmeye olanak sağlayacak şeyler.

Şimdi bunlar için vaktim var. Yıllarca içimde birikmiş bir dolu hevesi hayata geçirebilme şansım var. Üstüne hayalini kurmaya cesaret edemediğim şeyler için uğraşmak, yapmak, bozmak, yeniden yapmak, denemek için vaktim var. Mesela sabahları yataktan kalkmak zorunda olmadan yapılan uzun sohbetler, sakince ve yavaşça evle uğraşmak, kısa veya uzun tatiller için planlar yapmak, aklına esince o an bir yerlere gidebilmek, örmek, resim yapmak, gün içinde uyumak, bol okumak, pazarda uzun uzun dolaşabilmek, yemekler denemek, kendini dinlemek, çocukların oyunlarına dahil olabilmek gibi.

En basitinden okuduğum kitapların edebi anlamı veya pratik bir katkısı olmadığında, vaktimi boşa harcıyormuşcasına bir rahatsızlık hissetmiyorum artık. Bir kitabı sadece bana keyifli zaman geçirttiği için okuyabiliyorum içim rahatça.

İnsan, kendi vaktini planlama şansına eriştiğinde sıkılmak için eğer kendine zaman ayırmazsa, sıkılmıyor. Eğer sıkılıyorsa da, bu kendi istediği için oluyor ve rahatsızlık vermiyor.

Bir düşünün, zorunluluklar ve başkalarının planladığı zamanlar dışında sizin elinize ne kalıyor ve bu değerli zamanda ne yapıyorsunuz? Keyif alıyor musunuz bunlardan? Yapmak isteyip de yapamadıklarınız var mı? Erteledikleriniz neler? Zamanınızın tümünü sizin planladığınızı düşünün. Şimdi bunu her gün ve sürekli yapabildiğinizi düşünün. Başka neler yapardınız? Sıkılmaya vaktiniz kalır mıydı?

Bu soruların cevapları yoğun iş ve büyük şehir hayatından, sakin ve bol zamanlı bir kasaba hayatına geçme fikrinizin en önemli cevabı olacaktır.

Günün doğuşu ve batışına şahitlik yapabilmek için zaman yaratmak zorunda kalmamak

Caz Cuz

Yaklaşan tutulma mı tetikliyor acaba bu düşünce dalgalarını? Ruhunun en derinlerine olta atmadan duramıyor, renklerini birbirine karıştırıp alacalı bir kirliliğe ulaşmadan içi rahat etmiyor, rüyalarını sembolizme kurban veriyor ve yaşanıveren gün gibi kendini de yiyip bitiriyor insan. Elbet mevzu insan, hele de insanın kendi olunca, acımasızlık konusunda sınırlar kalkıyor. Nihayetinde çiğ süt emmek gibi bir deli durum var ortada!

Koşullardan bağımsız olarak hemen her durumda kendini haklı görmek, en olmadı yaşananları mağdur olunan taraf olarak mantığa bürümek doğa gereği sanırım. Öyle ya, altından kalkılması gereken bir dünya yük var hayatta. Oysa belki de aldığımız nefesi dahi yük olarak niteleyerek, gerçekten bu ağırlığı taşıyanlara yaptığımız haksızlıktır içimizdeki huzursuzluğa yol açan, olamaz mı? O gün müdürün istediği bir rapor, alınamayan bir terfi, duyulmuş bir dedikodu, gömleğiniz hakkında yapılan bir yorum mesela, alınan her nefesi nasıl da başbelası bir yüke çeviriveriyor, değil mi? Aynı saatlerde bir yerlerde gerçekten yaşamın yükünü sırtlamış kimilerinin, kahkaha ile yanındakine şaka yapabiliyor olması da bir garip hayat cilvesi olsa gerek. Bazen insan derdi önce yapıp, ardından kendi eliyle yükleyiveriyor sırtına. Kaçınmak gerek böylesinden, net 😉

Sanırım durup da kendine bakacak, şöyle adamakıllı düşünüp taşınacak vakti olmayanların içindeki korkunç durum bu. Bir kahve molasında, akşam yemeğinden sonra bulaşıkları yerleştirirken, sabah serviste, mailleri kontrol etmeyi bırakıp da tatil araştırırken bir anlığına kendine gelebilmeli aslında insan. Her bir ânı oya gibi ince ince doldurulmuş izole hayatlarımızda en fazla yok olan ve canımızı en çok yakan, zaman. Minicik bir boşluktan nefes almaya çalışmak nasıl da yorucu değil mi? Sorun aynı zamanda çözümünü de barındırıyor. O minicik boşluğu daha derin ve anlamlı nefeslerle doldurup genişletmek, yüreğimizi ferahlatmak gerek. Kendimiz hakkında daha çok düşünmek, kendimizi tanımak, ona emek vermek gerek. Ancak bu şekilde gerçekten anlamlı hayatlar yaşayabilmenin yolunu bulma şansımız var. İş, ev ve trafik üçgeninde, bitmeyen krediler çemberinde zorlukla ayarlanabilmiş bir dost meclisi, saatler süren yoluna değecek bir haftasonu kaçamağı, akşam bira eşliğinde seyredilen bir film, kitapçıda özenle seçilen kitaplar arasında en merak ettiğine başlamak mesela. Bunlar belki adım olur, evi ve hayatı basitleştirir, sade ve temiz, az ve öz bir hayatın inşasına başlarız. Ancak o zaman gerçek meşgalelerin bizi alıp götürme şansı olur ki, temelsiz, asılsız ve en şahanesinden gereksiz zulüm olan sanal gerçeklik hayatlarımız da bir nebze anlama bürünür.

Temiz Türkçe’si, bırakın cazı cuzu, elinize gerçek bir iş alın. Kafanızı ona verin. Gerisini de koyverin. Hayat kısa hem, kuşlar uçuyor nasılsa 😊

Yıldız

İstanbul binaların arasında yaşamaya çalışan insanların kenti oldu bir süredir. Eski mahalleler, yol kenarlarında ağaçlar, soluk alınan minik parklar, bir anda karşınıza çıkıveren eski konaklar ve mini kahvehaneler kaybolmaya yüz tuttu. Olacak o kadar, malum kentsel dönüşüm 😣 Oysa örnek alabilme şansımız olan Londra, Oxford, Paris, hatta Viyana veya Barcelona vardı ama neyse 😔

Geceleri bazen gökyüzünü ve yıldızları görmek isterdim. Öyle ya, insanlık varolduğundan beri gökbilim yol gösterici, umut verici olagelmiş. Ne zaman daralsa ruh, kimi zaman denize, kimi zaman ormana, kimi zaman kırlara, kimi zaman da göğe bakmak ihtiyacı hasıl olur insana. Ama İstanbul’da binaların arasından, kafayı uzatıp bir minik pencereden görmek bile mucize oldu yıldızı, göğü, sonsuzu, umudu… 

Sonra bu akşam baktım penceremden, balkonumdan ve selam çaktım engin denize, göğe, yıldızlara, aya, karşı kıyıdaki ışıklara, sonsuza. Umut geldi kondu ruhuma. ‘Ah’ dedim ruhuma, ‘oldu mu muradı gönlünün a canım?’ İnanmazsınız gülümsedi gönlüm ruhuma 😊 Ah be benim canım 😉 

Kırmızı Kaplumbağa

80 dakikalık bir hayal alemi, düşündüren, sorgulatan, sevimli ve vurucu bir animasyon. 2016 Fransa yapımı. Michael Dudok de Wit yönetmenliğinde, Totoro, Denizkızı Ponyo, Prenses Kaguya gibi gönlümüzdeki yeri apayrı karakterleri yaratan Miyazaki ustanın Ghibli stüdyolarının da yapımcılığında katkısı olan nefis bir ses yok – görüntü çok seyirlik.

Issız bir adaya düşseniz ne olur? İşte bu adama da aynısı oluyor. Kalakalıyor. Kurtulmak için elinden geleni yapıyor, didine didine, bıkmadan usanmadan sallar yapıyor kendine. Fakat nafile, bir kırmızı kaplumbağa deviriyor her yaptığı salı. Ne zaman ki yürüdükleri ayrı patikalar kesişiyor, kaplumbağa adamın can yoldaşı bir kadına, beraber geçirdikleri yıllar bir minik oğlana, ada hayatı da zorlu olduğu kadar zevkli ve mutlu bir hayata evriliyor. Robinson Cruise romanını anımsatan, modern çağın kalabalıkları içindeki perişan yalnızlığı sorgulatan, özgürlük ve aile bağları, kendini gerçekleştirebilmek, doğanın varlığı ve dahası.

Filmde hiç konuşma yok. Çocuklarla izlerken bol bol yorumlar yaptık. Daha doğrusu onların yorumlarına hayretle eşlik ettim.

Filme mutlaka bir şans verin ve özellikle çocuklarınızla izleyin derim. Bizden tam puan aldıkları kesin 👍

Ayrıntılı bilgi için linke bir göz atabilirsiniz :http://m.imdb.com/title/tt3666024/

Limonata

Bir tarif paylaşmayacağım, zira ilkokul 2. sınıf İngilizce ders kitabında bile tarifi var. Bugün çocuklar bize sürpriz yapıp, bu tariften nefis bir limonata hazırladıkları için biliyorum bunu. 👍 

Çocuklar, özellikle okul olmadığı dönemde, planlanmamış ve yapılandırılmamış zamana ihtiyaç duyuyorlar. Şehir yaşamında, çalışan ebeveyn koşulları her ne kadar buna yeterince olanak tanımasa da, elden geldiğince bu imkânı yaratmaya çalışmak gerek diye düşünüyorum. Canlı bir örnekle ne denli önemli olduğunu da yeniden gördüm zira.

Bol vakit olmasına rağmen, yapmaları gereken hiç iş olmaması (genelde ev işlerinde belli sorumlulukları var çünkü) çocukları ateşledi sanırım. Bir süre mutfağa gelmememi istediler. O sırada açmışlar ders kitabını ve tarife uygun şekilde lezzetli bir limonata hazırlamışlar. Beraber bir şeyleri başardıklarında, kardeşler arasındaki ilişki de güzelleşiyor. Günün kalanında epey bir süre kuleler yapıp, oyunlar icat ettiler. 

Çocuklarımıza kendi diledikleri gibi harcayabilecekleri bol zaman, gönüllerince kullanabilecekleri, kirlenmesi veya bozulması bize dert olmayacak uygun bir alan ve sıkılmalarına da fırsat vermemiz gerek sanırım. Ancak o zaman kendilerinin farkına varıp, kendilerini tanıyıp, kendileri ile vakit geçirmeyi öğreniyorlar. Böyle büyümüş bir çocuğun, yetişkin olduğunda kendine güvenli ve kendiyle barışık olma ihtimali de epey fazla bana kalırsa.

Denemeye değer bence, ne dersiniz?

Mutluluk İçimizde mi?

Bu aralar ardı ardına Jane Austen ve günümüz tarihi romantiklerini tüketiyorum. Sonuç; yaşam her dönemde ve her coğrafyada oldukça zorlu.

İngiltere’nin modern ve rahat, son derece kolay hayatına mı imreniyorsunuz? O halde 1700’ler İngiltere’sine buyrun. Düşük sosyo ekonomik düzeydeki insanların hayatının ne derece zor olduğunu okuyun bi zahmet romanlardan. Üzerine biraz Mo Yan, biraz Márquez, biraz Yaşar Kemal alırsınız belki.

Giderek karamsarlığa ve öteki hissetmeye başlayan ciddi bir kesim var. Döngünün ibresi farklı bir yönü her işaret edişinde paniğe kapılan ve huzuru bozulan bir güruh oluyor. O güruha dahil olmakla, aklı-selimi korumak arasında bir yerdeyim nicedir. Ay da tutulacak zamanı buldu 😇 Karmakarışık bir ruh sıkıntısı, pırıl pırıl bir güneş altında ışıldayan denizin suyunda boğuluyor aslında. Yaz dediğin tam da bu değil mi?

Gidenlere kalanlar, umutsuzlara uğraşanlar, karamsarlara da güneş veriyor cevabı. Oysa his dediğin kişiye özel ve herkes haklı bu anlamda. Neyse ki ortak bir derdimiz var bizi kurtaran; akşama ne yiyeceğiz? 😂 Öyle ya, aç ayı oynamıyor.

Bir kısmımız eğitimin, diğerleri ödenecek kredilerin, giderek artan bir kesim başka coğrafyaların, kimisi karısının veya kocasının, en hak verilir olanı sağlığının derdinde, tüm gücüyle gününü ve bunun hakkını verebilirse yarınını kurtarma peşinde. Bu arada ojesinin rengini eteğine uydurmaya çalışanların yaşadığı zaman ve mekan ne hoş olmalı değil mi? 😉

Bugün çocuklarla konuşurken, ‘kendinizi özgür ve rahat hissedeceğiniz herhangi bir coğrafyada yaşayabilirsiniz büyüdüğünüzde’ gibi bir mevzu geldi kondu ortaya. ‘Mutlu olabileceğimiz mi’ diye sordular. Onlara mutluluğun insanın içinde olduğunu, başka etmenlerin minik katkılar dışında önemli olmadığını anlattık. Örnekse; ‘masasa en sevdiğin yemek olsa dahi, başın ağrıyorsa mutlu etmez bu seni. Oysa keyfin yerindeyse, yemek ne olursa olsun mutlu olabilirsin karnın doyduğunda’ oldu. Ne dersiniz, başka coğrafyalara mutluluk için mi, derdimizi kendimiz seçebilmek için mi gönül veriyoruz? Bulabileceğimiz hangisi olur?