Taksim

6 yıl önce Taksim’de Zeki Müren sergisi vardı. Bir dönemin gözler önünde geçişi gibiydi. İnsanlar her ne kadar Beyoğlu eskisi gibi olmasa da, bir şekilde alışkanlıklarının tekrarı gibi dolaşıp, belki de eskiyi yâd ediyorlardı.

Biz çocuklarla sık sık İstanbul’un belirli semtlerinde gezilere çıkardık o dönemlerde. Taksim de bu uğraklardan biriydi. Belli rutinlerimiz vardı. Sergileri, kitapçıkları, hanları gezer, tarihî lokantalarda yemek yer ve sohbet ede ede bir ileri, bir geri yürürdük. Bizim gençliğimizi anlatır, onların çocuk gözüyle binalara bakardık.

Bu fotoğraf o günlerden birine ait işte. Unuttuğum bir sebeple oğlum küsmüş bize. Yürümeyi reddediyor ve durmuş. Bekledik, konuştuk, belki yorulmuştu ve dinlenmesine izin verdik. Şimdi onların anılarında bile farklı Istanbul sokakları. Oysa tarih, biraz da bu anılardaki mekanların, seslerin, kokuların aynı kalması sayesinde öğretici değil mi? Bu sayede geçmişe bir bakmak, hatırlayıp güne uyarlamak mümkün değil mi kişisel düşünceyi, deneyimi? Bu konuda çok sabıkalı ülkem.

O günler gezi sonrası günlerdi. Ruh halimi geziyi yaşayanlar anlar eminim.
Şimdi bambaşka bir dönemi kıyasıya bir şaşkınlıkla yaşıyoruz. Üstelik tüm dünya ile beraber bu kez. Sürecin bitmesine gerek bile kalmadan, o dönemki duygularımı yaşıyorum. Devleti nereye konumlandıracağımı bilemediğim, güvensizlik ve öfkenin arşa ulaştığı, çaresizlikle umudun kolkola geliverdiği anlar bunlar.

İleride bu günlerin çocukları nasıl anılarla boğuşacaklar? Onlara el birliği ile ördüğümüz bu çocukluk nasıl bir çocukluk? Küsseler bize, haklı olmazlar mı?
Boşluğa bakıyor bir süredir gözlerim…

Ananem

Bu benim ananem. 90’larını yaşıyor. Bu yaşlardaki çoğunluk gibi çok zor bir yaşamı olmuş. Yine de pek çoğuna göre şanslı sayılır bence. Dedem çok iyi bir adamdı çünkü. Çocukları da harikadır, ki biri annem, diğerleri teyzelerim ve dayım sonuçta.

Fotoğraf bu sabahtan. Hepimizin gününü bir mâni ile şenlendirmeyi başardı yine.

“Karşı karşı yaptıralım hanları,
Kaldıralım kasaveti, gamları.”

Ailemizin hayattaki en yaşlı kişisi. Dolayısıyla tanıklık ettiği dönemin içine bizim ancak tarih kitaplarında gördüğümüz bazı şeyler de sığıyor. Mucize Atatürk dönemi, darbeler, ah neler neler… Oysa insan bir noktada sadece kendine, kendi ailesine odaklanıyor. Dünyanın döngüsü etkisini, gücünü, anlamını yitiriyor. İnsanın hayatı hafızasını öyle bir kaplıyor ki, başka hiç bir şeye yer bırakmıyor. Büyük resme gerek olmadığına ikna olup rahatlıyor insan belki de, kimbilir.Bilinmez korona günleri bizi karantinadan, bilinmezin ürküttüğü, endişenin sardığı, rutinlere sarılıp, olan biteni anlamaya odaklandığımız ruh hallerine savuruyor. Odağımızı kendi hayatımıza, gerçek ihtiyaçlarımıza, şımarık isteklerimize, haddini aşan beklentilerimize çevirsek ne buluruz orada acaba?

Hele de şu fotoğrafta gülen dünya güzeli biriciğimin hayatını düşünüp, bolluğun kıymetini bilmeden tüketen dünyaya ders korona karantinasında bol bol vakit varken….

27 Mart 2020

Yukarıdaki resimdeki gibi günler çok güzeldi değil mi?

Ama son 24 saatte yapılan 7533 testten 2.069’u pozitif çıktı. Dün hariç vaka / test oranı %8 civarındaydı. Bugün %27.

Bu oran, İtalya’nın oranı %19,9’un dahi çok üstünde.

Ayrıca 17 yeni ölümle beraber toplam ölüm 92, toplam vaka 5.698 toplam oldu.

Hızlı bir ivme ile bodoslama gelen salgına hafif önlemler alınıyor. İnsanların kendi insiyatifleri ile karantina koşullarını uygulamaları bekleniyor. Toplu alanlardaki faaliyetler yasaklansa bile, çalışma koşulları devlet desteğinden yoksun. Henüz bir düzenleme getirilmedi. Oysa pek çok ülke vatandaşlarını maddî olarak da destekleyecek paket önlemleri açıkladı. Ekonomik anlamda devletin bu koruyucu desteğinden yoksun insanların durumu ne olacak bilemiyorum.

Koronalı günler okullar, parklar, devlet daireleri, eğlence mekanları, çay bahçeleri, parklar kapatılarak, 65 yaş üstü kişilerin evde kalmaları zorunluluğu getirilerek devam ediyor. Özel şirketlerin pek çoğu evde çalışma düzenine geçti. Matbaacılar Sitesi gibi çoklu işyeri alanları kapandı. Pazarlar ve marketler tamamen paketli ve mümkün olduğunca az temasla alışveriş yapılacak şekle geldi.

Sokakta daha az insan var. Maskeli insan görmeyi kanıksamaya başladık.

Distopyanın ile içinde yaşıyoruz gibi hissediyorum bazen. Oysa evde hayat aynen devam ediyor. Geceleri uyuyamadığımı saymazsak, benim endişe seviyem de bu koşullarda hâlâ makul.

Tarihe Notlar

Bu yazıları mümkün olduğunca yazacağım. Çünkü bir dönemin muazzam değişiklikler ve devasa bilinmezliklerle devrilişine dair görebildiklerimizi kayıt altına almamız gerek diye düşünüyorum. Sıradan birinin gözünde neler yaşandığını yazmalı birileri de.

Dünyadaki salgın hastalıklar, hele de hızlı yayılan virüs benzerleri arada kendini gösteriyor. AIDS’in ilk yaygınlaştığı dönemi gayet net bir şekilde hatırlıyorum. Epey kabusu olmuştu insanların. Sars, Ebola gibi salgınlar ülkeye pek uğramadığı için sanırım oldu bittiye geldi bizde. Oysa şimdi, aynı anda ve büyük bir şiddetle her ülkeye saldıran Korona ciddiye alınmayacak gibi değil.

Büyük resmi görebilmemiz mümkün görünmüyor şimdilik. Fakat yaratacağı etkinin muazzam olacağına ikna olduk sanırım. Yaşayarak görmek zorundayız.

Korona 17 gündür ülkede. Aradan geçen bu sürede kişi sayısı 3.629 kişiye yükseldi. Bu muazzam bir hız. Bu nedenle okullar 3 haftadır tatilde. 1 ay daha tatil devam edecek. Sonrası da parlak görünmüyor. Hastaneler teyakkuzda. İnanılmaz önlemler alınıyor. Evde karantina altındayız. Resmî bir açıklama değil ama sürekli dile getirilen bir önlem. 65 yaş üstü kişilere sokaklar yasak. Onlar adına alışverişi polisler yapıyor. Pek çok işyeri evden çalışmaya başladı. Marketler ilk şokla boşaldı ama yavaş yavaş durumun uzun süreceğini idrak etmeye başladı halk.

Bu durum neredeyse tüm ülkelerde aynı. Dünya evde. Devletler ardı ardına tedbir önemleri açıklıyor. Ah yazacak ne çok şey varmış olanlara dair.

Belki yavaş yavaş, sindire sindire yazmak gerek… Tarihe notlar bugünlük bu kadar olsun…

Korona ile Yeni Çağ

Başkalaşım hemen her ince noktadan hayatımıza sızıyor. Henüz tam olarak ne olduğunu, bize, insana ve dünyaya ne yapabileceğini tam çözemediğimiz bir virüs sardı her yanı. Bilim insanları çözmeye, sağlıkçılar tedavi etmeye, devletler zararını azaltmaya, insanlar da korunmaya çabalıyor dört bir koldan. Tüm dünyanın birlik olduğu ender zaman dilimlerinden biri sanırım. Acaba diğer pandemi salgınlarında nasıldı insanlık dayanışma adına? İletişimin muazzam gücü ne derece etkin acaba? Doğru haberi, doğru şekilde alabiliyor muyuz dersiniz? Yine erk bizi dilediği gibi oyuncak etti mi, yoksa o da bizimle aynı cephede kolkola mı? Henüz bilemiyoruz.

Endişelerimin paniğe evrilmemesine çabalıyorum. Çünkü gelecekten, hem de daha güzel bir gelecekten umudumu kesmemek için iki güzel sebebim var; çocuklarım. Yoksa al bir çanta, doğru doğaya. Ama bizim için çözüm değil bu.

İlk günler dünyadaki bize uzak coğrafyalardaki salgını bir film edasıyla izliyorduk. Daha önce Avrupa’nın ortasında, Latin Amerika’da, Ortadoğu’da, hatta yanıbaşımızda olan savaşları ekranlardan patlamış mısır eşliğinde izlediğimiz gibi. Hepsi ardında bize dokunmadığını varsaydığımız yıkımlarla, göçlerle, çaresizlikle ve asla geri gelmeyecek acılarla sona eren savaşlar… Bu sefer ölümler sınır tanımadan yayıldı. Çaresizlik tüm dünyayı sardığında kendini farkettirdi. Boşveremedik, görmezden gelemedik. Bu kez bizi de sarmaladı.

Ekranlardan inanılmaz bir hızla virüsün günlük dökümü akmaya başladı. Günden güne, şehir şehir, ülke ülke, sayılarla insanlar, aileler, hayatlar… Virüse teslim olanlar…

Henüz hangi evresindeyiz bilmiyorum. Belki sönmeye başladı harareti, umarım öyledir. Belki de henüz görmedik esas yıkımı. Yaşamak kalıyor geriye bir tek. Umut ederek ve korunarak.

Daha izole, daha dijital, daha bilinçli ve dayanışmaya daha çok bel bağlamak zorunda olduğumuz yeni bir çağın eşiğinde olduğumuzu daha net hissediyoruz. Çocuklara işe ilk başladığımdaki koşulları anlatırken farkettim ki, biz değişen çağın hızını durmadan hazmedemez haldeymişiz. Durmak ve tamamen duruvermek gerekli imiş.

Şimdi mecburen tüm dünya ile beraber dururken, düşünmeye daha çok tutunmak gerek sanki. Yavaş yavaş gelecek idrak bize tünelin ucunda pırıl pırıl bir ışık yakacak diye umuyorum.


Virüs

İstanbul’da bir beyaz yaka olarak, reklam sektörü profesyoneli olduğum günlerde (söylemesi bile garip geliyor şimdi) evde olmayı hayal ederdim. Tüm gün ve ertesi gün ve daha ertesi gün… Zamandan bağımsız olmak nasıl da iyi gelir kimbilir diye düşünürdüm. Belki işimin sürekli saniyelere ve net tarihlere bağımlı olmasındandır bu özlem bilemiyorum.

Sonra Ege’de, sahilde bir kasabaya taşındık. -Söylemesi bile harika geliyor hâlâ ☺️- Zaman bizi bağlamaz oldu çoğunlukla. Zamanla sınırımızı çocukların okulu kadar, mekanla ilişkimizi ise hangi koyda güneşi batıracağımız kadar çizdik.
Yaz tatilleri ise boşluğa dünyanın en harika resmini çizmeye benziyor bu durumda elbette. Süresini keyfî belirlediğin kamplarla, günleri karıştırmayı umursamadığın tarihler…Şimdi evde olmak bu yüzden ne garip, ne de zor geliyor ve elimiz ayağımıza dolaşmadan yaşıyoruz. [Ama çalışmak zorunda olan, çalışamadığında ekmek bulamayan, risk altındaki insanları anlamaya çalışıyorum ki; insanın çaresiz bir öfke içinde kalması demek bu.]

Evdeki zorunlu ve gerekli kalış süresince kitaplar, filmler, hobiler kadar, insanın kendi yalnızlığı ile barışık olması da çok işe yarıyor. Boş boş göğe bakmak, yere serilip çocuklarla sohbete dalmak, sabah yatak keyfini uzattıkça uzatmak…

Elimdeki kitap @arkadya_kitap ‘ın rengarenk kitaplarından biri. Edebî değeri hakkında yorum yapmak pek gerekmez bence, ama güzel vakit geçirmek, merakla bir çırpıda okumak için güzel bir alternatif. Böyleleri de uzun geçen günlerde gerekli bazen. Kitaptan aklımda kalan tek düşünce, Amerika’yı en adî yöntemlerle ele geçiren Avrupalı beyaz insan, yerel tüm ırklara yaptıklarını, kendilerinden farklı olan tüm diğerlerine de çekinmeden uzun yıllar -hatta hâlâ- yapmışlar. Çinli, kızılderili, ermeni, yahudi, müslüman, Hintli ve dahası, dahası… Beyaz, Hristiyan, erkek…

Sadece onları kendine getirecek bir virüs gelip dünyaya yayılsa nasıl olur acaba?

Mavi Sakal

Dün dal budak çalıştım biraz bahçede. Toprağa değdi ellerim, çok iyi geldi ruhuma. İnsandan uzak durmaya çabalarken, pek çok okuma ve düşünce egzersizi yapmaya da fırsat bu olanlar. Benim zamandan yana pek sıkıntım yok. Ama düşünceleri tetikleyen bu kadar kapsamlı ve derin olaylar, çok şükür ki, her zaman yaşanmıyor.
Fotoğraftaki karabaş ve biberiye dünden. Görüntüleri kadar kokuları da hayranlık verici. Tabiat ruhu bir şekilde iyileştirmenin yolunu buluyor sanki.

İkinci fotoğraf ise şimdiye kadar okumadığım bir yazarın, keyifle önereceğim kitabı. Değerli @kipatistan önerisi ile okudum. Roman okumayı sevdiğimden ve çevirinin güzelliğinden olsa gerek, okuması bu anlamda çok keyifliydi. Otobiyografik yanı ağır basan, o yanda bol bol Ermeni, göçmen, savaş, sanat, ilişkiler, kadın olma-erkek olma hâlleri, ekonomi, edebiyat gibi ağır olgu ve değerlere bam vuruşu yapan bir kitap. Alabildiğine eleştirel bir düşünce düzlemini, dümdüz bir anlatımla okumak garip. Garipliği sayesinde de insanı düşünmeye sevkediyor.


Soyut Dışavurumcu resim ekolüne dair içten bir bakış kabul edilebilir kitap. Fakat  savaşa dair vurucu anlatıları bana daha çok etki etti.

Kitabın adı aynı zamanda Clarissa Picola Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında nefis bir çözümleme ile anlattığı Mavi Sakal masalı ile aynı. Kitaptaki göndermeler bu anlamda ayrı keyif veriyor.

Bir diğer güzellik de kitabın ithaf edildiği karakter olan Circe Berman’ın isminin, mitolojik karakter Kirke’ye yaptığı vurgu.
Katılmadığım, eleştiride kolaya kaçtığını düşündüğüm bazı yerleri olmasına rağmen, ilgiyi ve zamanı hakeden bir kitaptı benim için.

Bu Kuşağın Çocukları

Yepyeni bir çağ olacağı belliydi zaten. Hemen her teori, ister antropoloji, ister sosyoloji, ister iktisat olsun bağıra çağıra ilan ediyordu. X kuşağı bir ebeveyn olarak, Y kuşağını atlayıp, Z kuşağı çocuklara eşlik ederek hücrelerimde hissediyordum.
Çünkü bambaşka bir zihne, ruha, gönüle sahip çocuklar bunlar. Ne bizim çocukluğumuzdaki naif halimiz, ne de bir sonraki kuşağın korumacı bencilliği yok onlarda. Doğaya daha yakın, canlıyı anlamaya daha yetkin, birbirlerini kollarken, yarına daha umutlu bakabilen çocuklar bunlar.

O yüzden bizim zamanımızın süpürülüp yokedilmesi gereken egoist, çıkarcı, ezip geçen hırsa sahip, düşüncesiz hâllerinin üstesinden gelmeleri olanaklı. Doğa da yardımcı oluyor değil mi?


İklim krizi diye binlercesi sokakları doldurduğunda dinlemeyen hükümetler, şimdi önlem üstüne önlem alıyorlar. Göç eden milyonlarca insanla empati yapmayanlar, şimdi günlük rutin lükslerinden mahrum kalmamak için marketleri boşaltıyor, evlerinde hapis kalıyorlar. Güler misin, ağlar mısın? Yoksa düşüncelere dalıp, geleceğin distopyasını hayal mi edersin?


Tarihe şahitlik ettiğimiz zamanlar bunlar.

Sabah

Dolunay sabahı… Çok şey olmuştur belki. Yorgunuzdur. Bitkin. Elimizi kaldırmaya mecalimiz olmadan, yürek kırıcı bir hüzünle sabahı etmişizdir.

Belki bomboş geçmiştir zaman, boşaltmıştır bizim de içimizi. Hissiz. Etkisiz. Yarınsız. Gereksiz. Öyle, boş, bomboşuzdur.

Belki şakıyan bir neşeye eşlik etmiş de, henüz kahkahamızı yutkunmamışızdır. Kıpırdayan bir bahar uyanışı doldurmuş içimizi, dansın hakkını verircesine salınıyoruzdur. Sabahlar olmasın çılgınlığında gümbürdüyordur kalbimiz.
Belki sabaha kadar başında beklediği ateşli minik yüzün, nihayet serinlemesinde huzur bulmuş bir iç çekiştir tüm içimizdeki.

Ya da düştüğümüz karanlık bizi cinayete teşebbüs zannıyla kelepçelemiş, hakkımızdaki son kararı bekletiyordur.

Ne olursa olsun. Yeni bir gün. Yeni umutlar. Gün yine doğdu, güzel doğdu, ışıl ışıl merhaba dedi yine hayata çünkü.

Gün aydın olsun ahali…