Son Ada – Zülfü Livaneli

s-79d9df4d7558b2efa80f009fad78bef637c22772

Zülfü Livaneli benim hayatıma lise yıllarımda Ahmet Kaya ve Selda Bağcan ile beraber girdi. O dönemlerde Karlı Kayın Ormanı‘ndan, Güneş Topla Benim İçin‘e, Özgürlük‘e kadar şarkıları dilimize pelesenk olmuştu. Selda Bağcan‘ın kendine özgü buğulu sesi, Ahmet Kaya‘nın adam adam tarzı ve Livaneli’nin sakin, konuşurcasına söylediği şarkıları ile ruhumuza müzik dolardı. Ve Livaneli sadece müziği ile vardı. Hala var çok şükür.

Sonra 90’ların sonları, 2000’ler geldi. Siyaset yılları. Milletvekilliği döneminde ve sonrasında kendini paralarcasına milleti uyandırmaya, uyarmaya çalışmasını minnetle takip ettim. 1994 seçimlerinde İstanbul Belediye Başkanlığı’nı alamayışı ile kahroldum. Ne kadar farklı olabilirdi herşey. Sanatla, kültürle, tarihle dolu, beyefendi bir anlayışa sahip, dünyayı görmüş, evrensel bir insanlık anlayışını Türk kültürü ile harmanlamış bir bilge adamın bu şehri yönetmesi fikri ile içim hem pır pır, hem de cız ediyor. Olmadı. O dönemlerde bir yandan karalama kampanyaları sürerken, bir yandan da milletvekilliği maaşını bağışlaması gibi farklı söylemler vardı ortalıkta. Benimse aklımda hep kendini yaşamdan sorumlu gören ve daha iyisi için çabalayan bir sanatçı kimliği ile varoldu Livaneli.

sc8374

Edebiyatı ile daha sonraları tanıştım. Kardeşimin Hikayesi, Mutluluk, Serenad okuduğum bazı kitapları. En çok Serenad‘dan etkilendim. Hala kitaptaki hikaye aklıma geldikçe kahrolurum.

350703

Sonra bir kardeşim Son Ada’yı verdi bir gün elime. Oku mutlaka dedi. Soluksuz okudum. 2008’de yayınlanan bir kitapla, bugünü, Gezi’yi ve ne yazık ki belki de yarınımızı anlatmış. Sanatın hayatın aynası, bir provası, belki de öngörüsü olduğunu kanıtlayan bir kitap olmuş Son Ada. Yaşar Kemal kitap hakkında şöyle söylemiş:

Edebiyatta görkemli bir söz vardır, Büyük kapıdan girmek. Bu, büyük bir eserin yazarı demek. Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir’

Zülfü_Livaneli-Son_Ada

Kitap varlıklı birinin aldığı, doğanın lütfu bir adada yaşayan 40 haneyi anlatır. Ada’nın doğal güzellikleri, Livaneli’nin sakin ve yalın kelimeleri ile zihinde canlanır. Hemen şimdi o evlerden birinin bahçesinde, yasemin kokuları içinde şarabınızı yudumlamak istersiniz. Her birini yaralayan kaosla örülü şehir yaşamından kaçıp gelmiştir bu insanlar. Bu yüzden de adanın kadim sahibi martılara ve diğer yaşayan varlıklara -insanlar da dahil- saygıda kusur etmezler. O saygıdır ki, insanı da, martıyı da, ağacı da özgürleştiren, aynı zamanda birbiriyle uyum halinde yaşamalarını sağlayan.

Sonra adaya biri gelir. Ve demokrasinin kötü ellerde olunca “cahil, ilgisiz, bananeci, korkak” çocğunluğun eliyle nasıl bir canavara dönüştüğünü okuruz. Aklımıza Gezi gelir. O gelir, bu gelir… Yüzümüz düşer. Bir umut daha sıkı sarılırız romanın sayfalarına. Daha çok anlamaya çalışırız Livaneli’nin ustalıkla kurguladığı alegoriyi.

Okuyun.008c3094-72d7-4235-a1ff-75ebdc386cd0

İnadına barış, inadına sevgi…

ransom_of_the_world_by_delawer_omar-d60e52d
Ransom of the world by Delawer-Oma

Yok kardeşim, doğduysan bir kere yaşayacaksın. İçini karartmayacak, enseyi göstermeyeceksin. İnadına yaşayacaksın, inadına umut edeceksin. Hele de yetinmedin bir canınla, bir de dünyaya bir canlı daha getirmiş, anne-baba olmuşsan başka çaren yok. Seve seve, güle güle sevgiyi büyüteceksin içinde. Barış dolu bir düya için elini o ağır taşın altına koyacaksın. Hem de hiç gocunmadan, hiç söylenmeden, taşın ağırlığı altında ezilmeden. Ha baktın yük oldu hayat sana, hemen derin bir nefes alacak, önce ailene, sonra doğaya döneceksin yüzünü. Yola devam edeceksin. Yok kardeşim, hakkını vereceksin aldığın nefesin, bedenin, sana emanet bu canın / canların.

Işık görmüş tavşana döndük hepimiz. Yok haksızlık etmeyelim, bazısı cahilliği ve vurdumduymazlığı ile çok mutlu. Biz sistem adamı olmaya direnenler, okuyan, yazan, araştıranlar, daha iyi olanın farkında olup, bunu gerçekleştirebilme mücadelesi verme bilincinde olanlar kalakaldık. Ülke kevgir sanki. Ne koyarsan üstüne sızdırıyor meret. Yukarda kalan tortu olacaksın kardeşim. Dibine gelen çeri çöpü ittireceksin, yaşayacaksın sağlam kalanlar olarak.

Kusura bakmasın kimse, ötekileştirmek değil, küçümsemek hiç değil. Ama durum analizi de mi yapmayalım yani. Tamam hepimiz insanız ama, derdine çare olan doktor, hastasından daha kıymetli olmasın mı? Gün gelir bir derde daha derman olur. Doğaya saygılı işler için çırpınan mimarın, bulduğu boşluktaki ağacı kesip yamuk yumuk bina diken müteahitten daha çok değeri olmasın mı? Gün gelir o mütehaitin torunlarına nefes olur o ağaç.

Elimizden geleni yapacağız. Sadece ailemiz, çocuklarımız için değil üstelik. Bu şehir, bu ülke, bu dünya için. Siz bir fidan dikersiniz, gün gelir yolda kalmış biri onun meyvesinden karnını doyurur. Siz bir yazı yazarsınız, gün gelir dünyanın bir ucunda bir kadına fikir verir. Siz bir yardım eli uzatırsınız, dünyanın dengesinde bir taş daha yerine oturur.

Az yok, yetersiz yok, gereksiz yok, anlamsız hiç yok. Siz yaşayın hakkını vererek, anlatın dilinizin döndüğünce bırakın uzaya. Emin olun sizin içinizde yankılanan o ses gibi, sizin soluğunuz da tam yerine varır. Dünya daha güzel döner.

Bırakmak yok mücadeleyi. Öyle ya da böyle. Burda ya da orda. Nasıl gerekiyorsa, nasıl yapılabiliyorsa. İnadına barış, inadına sevgiyle…

Barışa ve Huzura…

Gündem beni sıkıyor. Bilmeyeyim, görmeyeyim diyorum. Ne mümkün, aldığım her nefeste bunalıyorum. Sadece ailemin yanında huzur buluyorum. Bir nebze rahatlıyorum. Sonra çocuklarıma bakıyorum. Aklıma bin türlü düşünce üşüşüyor. İçim daralıyor. Boğazıma bir acı yerleşiyor.

Geçecek değil mi bu günler?

Dünyaya bakıyorum. Sadece bizi değil, insanlığı düşünmek istiyorum. Artık eğlenceli romantik romanlar da fayda etmiyor. Sosyal medyadan uzak durmak istiyorum. Elim dursa, beynim durmuyor. Okuyorum. Acı bir anlıpına terkettiği yüreğime çörekleniyor yine. Sonrası hüzün ve umutsuzluk. Hınç, öfke, çaresizlik. Bu ben değilim. Olmak istediğim insan değil. Yaşamak istediğim hayat bu değil.

Gülmek istiyorum ağız dolusu. Kahkaha ve eğlenceli bir gürültü yayınsın istiyorum evimden, yuvamdan, sokaklarımızdan. Gelmiyor içimden. Bir anlığına seviçli bir olay yaşasam, suçlanıyor ruhum, onca acıya rağmen mi diye. Ağlayamıyorum bile artık. Ağlamak ve isyan etmek bile sıradan, anlamsız.

Böyle yaşanmaz ki! İnsan hayatı çok kısa. Gerçekten kısa. Bir bombayla, bir kurşunla elinden alınıverecek kadar narin üstelik. Artık çok da kolay ne yazık ki.

Geçen gün Suriyeli Türkmen bir aile ile tanıştım. Minik iki bebe ile, gencecik anne ve baba çaresizce sokaktalar. Sebep olduk, bir ışık, bir umut verdik onlara. İçimden martılar kanatlandı. Babanın gözlerindeki minnet bakışı dağıttı beni. Annenin umudu fiziksel olarak havada asılıydı, görebiliyordum. Çocuklar bile oyun sandıkları bu hayatın en eğlenceli anını yaşıyordu. Aslında umudu hissetmek bu kadar da kolaydı. Bir yardım eli yeterliydi hem alana, hem verene.

Bize kim uzatacak o eli bilmiyorum. Önümüzde karanlık bir çağ var. İnsanlık kendi ile beraber dünyayı da zedeliyor, yokediyor. Uyanışın farkındayım. Sistemden uzaklaşmalar, farkına varmalar başladı. Hem de giderek çoğalan sessiz çığlıklarla. Bizim kuşaktan çatlak sesler geliyor beni umutlandıran. Henüz yaşam savaşının başında olan gençler, hayal ediyor. Müdanaları yok, eyvallah demiyorlar kafalarına yatmayana. Herşeyin kontrol altında ve düzgün gitmesi gerektiği hissiyle yetişen bizim kuşak, verdiği sonsuz destekle sağladı bunu ardımızdan gelenlere bence. Bir dengesi var doğanın. İnsan eliyle asla bozulamayan, zarar görse de yokedilemeyen. Dünyayı da bu kurtaracak.

Savaşlardan, hırstan, pislikten, adaletsizlikten bizi kurtaracak olan da o denge.

Uyanış başladı ya; belki de bu sebepten kaynıyor bazı coğrafyalar. Kazan harını alınca yeteri kadar, ortalık kan gölüne dönecek belki ama, o sayede kendine gelecek doğa. Doğanın bir parçası olduğunu o zaman farkedecek insan. O çark durursa, başkasının alanına zarar verirse ne olacağını bir kez daha görmek zorundayız demek ki.

Yaşanacaksa yaşanacak. Ben sadece korkuyorum artık. Hem de çok. İçimde hala umut, bekliyorum barış ve huzur dolu yaşanacak günleri…

Şehre Doğan Günün Düşündürdüğü Kadınlar : Kurbağa Prens

Fotoğraf Flicker’dan alınmış ve Sema K. tarafından çekilmiştir.

Sabah erken saatlerde şehrin burjuvazisinin yerleşkelerinde işe doğru yürüdünüz mü? Yürüdüyseniz siz de akşamdan kalma sokakları, görevini tamamlamanın rehavetiyle kepenklerin ardına saklanmış çığırtkan vitrinleri, sabahın ışığıyla sönükleşmiş parlak lambaları görmüşsünüzdür.

Daha birkaç saat önce son model araçlardan inen, kuaför kaçkını saçları, parlak boyalı yüzleri ile kahkahalar atan mutlu kadınların yerini; belli ki daha sabahtan yorgun, uyku mahmuru, yüzünde boşvermişlik okunan şehrin işçi kadınları alır. Sokaklar çöpten sızan suya ve kokuya bulanmışken, bir yandan da yeni doğan taze güneş ışınları, baharın kokusu, sabahın umudu, güngörmüş binaların kalenderliği eşliğinde süpürür kaldırımları.

Prenses ve Kurbağa” çizgi filminde Tina’nın annesiyle beraber, Charlotte’un evinden kendi evine gittiği bir sahne vardır. Zenginden fakire, üst tabakadan alt tabakaya geçişi, çizgi film naifliği ile anlatır. Bu filmi çocuklarımla, özellikle kızımla beraber seyretmeyi, hakkında konuşmayı çok seviyorum. Her ne kadar prensi bulmak için kurbağanın öpülmesi gerektiği 🙂 kurgusuna sahip olsa da; çalışan kadın olmayı, amaca ulaşmak için çok çalışmak gerektiğini ve farklı kadınları anlattığından seviyorum bu çizgi filmi. Eğlenceli kurgusu ve şarkıları ile keyifli zaman geçirten bir film.

Şehrin emekçisi olmak zordur. Efendi köydeki gibi doğa değil, teknoloji ağırlıklı kalabalık bir ordudur. Şehirde yaşamak zordur ama kendi sınırlarını iyi belirleyenler için bir nebze daha kolaylaşır. Bunun için yol kurbağalar için prens olmak, diğerleri için de prens olan kurbağaları öpmek değil; o derede özgürce ve kendi olarak yüzebilmekten geçer.

Bir sabah, harika bir müzik eşliğinde evden işe yürürken Nişantaşı sokakları beni buralara götürdü işte….

Güzdüz Vassaf’ın dediği gibi; bir şehri yaşamak için sokaklarında yürümek, içine karışmak gerekmiş…

Şehrin kokusu sindi üzerime… Umuduyla birlikte….

Garson ve Mutlu – Fulsen Türker

20151004_100010En iyi okullarda okuyorsunuz. Çalışıyorsunuz deliler gibi. Ödevler, projeler, sınavlar… Sonrası güzel olacak. Çocukluk ve gençlik bunun için ödenmesi gerekli minik bir bedel sonuçta. Üniversite esnasında kendi paranızı garsonlukla da olsa bir şekilde kazanmaya bile başlamışsınız. Okullar, okumalar bitiyor ve başarılı geçen öğrenciliğinizin karşılığını alıyorsunuz sonuçta; kurumsal bir şirkette, sabah girişi belli, çıkışı muallak bir mesai ile, gündemin dışına düşmemek için gittiğiniz restoranlarla ve aldığınız etek-ceket takımlarla yaşamaya başlıyorsunuz. Yırttınız artık, geçmişler ola, hayatı yaşamaya başlayabilirsiniz.

Ama o da ne, kurumsal işiniz iliğinizi kemiğinizi sömürürcesine hem fiziksel hem de ruhsal olarak sizi istiyor. Kendinizi ona adamadığınız sürece de, o heyecanı ve motivasyonu kaybettiğiniz ithamları ile başbaşa kalıyorsunuz. Evet tebrikler, kovuldunuz.

Sistemin dışına çıkınca, tekrar dönmek zordur. Hem iş de işte aranır sonuçta, değil mi?

Adamımız Fulsen, herşeyi olması gerektiği gibi yapmış olmasına rağmen sistem dışında, üstelik de meteliğe kurşun atarken bulmuştur kendisini. Karnını doyuran eski dostu garsonluğa göz kırpar biraz da mecburiyetten. Ceketi ile beraber müdavimi olduğu cafede, bu kez garson önlüğü ile boy gösterir. Fena da değildir hani buradan manzara.

Üstelik insan bir kere niyetine girsin, fırsatlar da önüne serilir. Mesela cafenin müdavimlerinden birinin bir yayınevinin editörü olması gibi.

Sistemin dışına çıkınca, içeride dönem dolapların insanın ruhunu ne hale soktuğunu daha net görüyor insan. Artık Datça’da yaşayan ve sistemden sıyrılışı bu denli güzel, net, esprili, akıcı ve özellikle Şişli-Nişantaşı-Kurtuluş üçgenindeki coğrafyadan bildiren Fulsen Türker’in ilk kitabını, özellikle kurumsal beyaz yaka çalışanlarına öneririm. Bi bakın bakalım, göze alınamayacak kadar zor mu “gerçekten yaşamak” 🙂

Bu da blogu: tık

20151004_100037

Kitap Okuyan Çocuklar

Kitap okumak çok önemli benim için. Çocuklarımın da bu alışkanlığı kazanmalarını istiyorum. Çünkü inanıyorum ki kitap okumak insanı geliştirir, farklı dünyaları tanımasını sağlar, eğlendirir, kendini ifade etmesini güçlendirir, muhabbeti güzelleştirir ve ufkunu açar. Bu sebeple de elimden geldiğince kitapla haşır neşir olmalarını sağlıyorum yavruların.

Her akşam yatmadan önce kitap okurum onlara. Bazen kucağımda olurlar ve resimlerine baka baka okuruz. Ama genelde yatarlar ve ben koltukta oturup okurum onlara. Bu önemli bence, çünkü çizimlere göre değil, kendi hayal ettikleriyle canlanıyor sözcükler, hikayeler bu şekilde. Bir süredir şiir de okumaya başladım. Ancak çocuk şiirleri konusunda çok zayıf edebiyatımız. Ben de elimde ne varsa onu okumaya başladım şiir adına.

İkisinin birlikte olduğu kadar ayrı ayrı da kitapları var. Kendi kitaplıklarına koyuyoruz bunları. Bizim de ayrı bir kitaplığımız var elbette. Her akşam birer ikişer kendileri seçer okunacak kitapları, birkaç tane de ben seçerim.

Ela’nın ayrıca çıkartma kitaplarına karşı da bir ilgisi vardı zamanla azalsa da. İş Bankası’nın oldukça güzel kitapları var bu şekilde. Yapıştırmalar bittikten sonra kitap gibi üzerine hikayeler yazarak okumak da mümkün.

Eğlenceli Çıkartmalarla OtomobillerÇıkartmalı Kıyafetleriyle Moda Tasarımcı - Kış KoleksiyonuEğlenceli Çıkartmalarla Oyun EviEğlenceli Çıkartmalarla Tarihi KostümlerÇıkartmalı Kıyafetleriyle Moda Tasarımcı - Yaz KoleksiyonuEğlenceli Çıkartmalarla Dinazorlar

Buna ek olarak çizimlerine hayran olduğum, Ayşegül serisini anımsatan Sarah Kay de favorilerimizden. Yapıştırmalardan sonra elinizde güzel bir kitap oluşuyor.

Bir süredir babalarının neden hiç bizim gibi kitap okumadığını soruyorlardı. Kocam roman okumaktan pek hoşlanmaz. Gerçeklik ve fayda onun için önemlidir. Bu nedenle araştırma kitaplarını, ekonomi kitaplarını okumayı tercih eder. Genelde de okuma kaynağı internettir. Bu sebeple elinde basılı kitap görmek zordur. Çocukların da doğal olarak ilgisini çekmiş bu durum.

Biz de her akşam yatış seromonisi öncesi karar verdiğimiz kitap okuma saatini yapmaya başladık. İlk gün pek verimli geçti denemez. Ege’nin uykusu vardı. Mızıkladı. Ela gayet güzel uyum sağladı. Biz odadan ayrıldığımızda kocam elinde hala kitabı okuyordu 🙂

Çocukların kitapla keşfedecekleri büyüyü öğrenmelerinin en kolay yolu bizi okurken görmeleri. İkincisi kendilerini bu dünyaya ait hissetmeleri, yani kendi kitapları, kendi kitaplıkları olması. Üçüncüsü ise ilgi alanlarına göre kitap seçimi. Sonrası iyilik, güzellik…20150523_124116

“Ödev’e” bakış

Çocuklar okula başlar başlamaz ödev denen gereksizlik de başlıyor. Üstüne proje denen bir meret var ki, hani ödevi tercih edecek insan, o cinsten.

Ben bu konuda oldukça katıyım. Ödevin günümüz okul düzeninde gerekliliğine inanmıyorum. Çocuklar kreşten başlayarak, yani genelde 3 yaş itibariyle, okula tam gün başlıyorlar. İlk 3 yıl, ilkokul öncesi eğitimde oyun zamanının en önemli payı alması gerektiğine inanıyorum. Ama gerek büyük şehirlerdeki alan yetersizliği, gerek çalışan ebeveyn koşulları, gerekse arkadaş sıkıntısı bunu okul dışında mümkün kılmıyor. İlkokul öncesi eğitimlerin artık gerekli hale gelmesindeki en önemli etken bu kanımca. Oysa mahallede arkadaşlarıyla oynayabilen, ağaç, börtü, böcek, çalı çırpı ile haşır neşir olabilen, evde anne ve babası, hatta anane, dede, hala, dayı, teyze ile vakit geçirebilen, günlük hayatın içine bu şekilde doğal olarak adapte olan çocuk okula gerek duymaz. Bilinçli ebevenyler bu konuda zaten çocuğa gerekli ek meziyetleri de sağlayacaklardır. Mesela makas kullanmak, boyama yapmak gibi. Olay bunların olanaksızlığı ise, mevcut koşullara bakmak gerek.

Yani kreş ve anaokulu evet gerekli bu bağlamda. Ancak bu açığı kapatmak üzere kurgulandıklarında gerekli işlevlerine erişebilirler. Bütün gün bir oda içinde, 20 çocukla beraber, sınırlandırılmış bir durumda, planlı aktivite adı altında sürekli boyama yaptırılarak olmaz bütün bunlar. Özellikle de 3 yıl boyunca.

Sonra ilkokula başlayan çocuktan beklenti, oyun zamanını doldurduğu ve yoğun rekabet sebebiyle, pompalanan bilgiyi taze dimağına deyim yerindeyse enjekte etmesi. Hadi buraya kadar elden gelen birşey yok, okula denen mefhum varsa ve mecburi ise, dahasına da imkan elvermiyorsa eyvallah, gidilsin.

Fakat bari evde rahat bırakın çocukları kardeşim. Sabahtan akşam okulda olan çocuğa bir de ev ödevi vermek ne demek? Bitmedi, proje ödevi nedir? Hele hikaye kitabı okutup, bunun ana fikrini ve özetini çıkartmak hangi akla hizmettir? Bu çocuk ilgisi olan alanı nasıl keşfedecek? Kitap okumayı nasıl sevecek? Nasıl sosyalleşecek? Nasıl dinlenecek? Birey olmayı, kendi içselliğini nasıl farkedecek?

Amaç çocuğun bütün zamanını doldurup, birey değil cemaat yetiştirmekse, bu düzen son derece marifetli!

Hele de ailelerin çocuk üzerinden kendi egolarını ve ebeveyliklerini yarıştırmaları yok mu! Zavallı bir durum.

Keşke biraz rahat bırakıp, biraz dinlesek, biraz bizi yönlendirmelerine izin versek çocuklarımızın. Eminim dünya daha güzel bir yer olurdu.

Bu yazıyı bana yazdıran kızımın şu andaki okulu ve öğretmeni değil. Şu ana kadar gayet güzel bir şekilde gidiyor okul maceramız. Bunu daha ziyade çevremde gördüğüm birkaç net örneğe dayanarak yazdım ki, genelleme yapılamayacak kadar az örnekler olması umudumdur. Sadece olaya bakış açımı paylaşmak istedim.