Okul, çalışmak için ön koşul ve gereklilik değildir. Daha iyi bir insan olmak, merak ettiklerini öğrenmek için okursun.
Diplomanın işe yaraması gerekli bir meslek sahibi değilsen, mesela doktorluk, mimarlık gibi, diploma da iş için bir ön koşul değildir.
Bir işi yapmayı seviyorsan, o senin işin olabilir. Olmalıdır da aslına bakarsan.
Okul kavramı bu şekliyle uzun bir tarihe sahip değil. Günümüz şehir insanlarının çalışma temposunda çocuk yetiştirmek epey zor. Çocukları küçük yaşlardan itibaren bırakıp işte olmak zorunda ebeveynler. Bu sebeple de çeşitli kurumlar var. Kreşler, anaokulları ve OKULLAR. Bu şekilde doğal bir büyüme sürecini yaşamak yerine, “yetiştirilmiş” oluyor çocuklar. Sistemin içinde iyi birer tüketici ve çarkın dişlilerinden biri haline geliyor. Biz anne ve babalar da “en iyisi” olmaları için elimizden geleni yapıyor ve ömrümüzün bir bölümünü buna adayacak şekilde “en iyi” kurumlara çalışıyoruz. Çocuklarımızla ilişkimizi bile bu kurumlar belirliyor. Ve elbette kurumun kültürü, eve ne kadar çok taşınırsa, diğer bir deyişle ne denli çok ödev ve aktivite olursa, o kadar başarıyla yapıyoruz bunu.

Oysa uyanmak gerek. Sistemin içinde kalmak, çıkmaktan daha zor. Daha yorucu. Gönlümüzden geçen ve bizi sürekli dürten o iç sesimiz bize doğru yolu gösteriyor. Ertelenen hayaller, mutsuzluğun karamsarlığı ile örülü hayatlar ve kaçış planlarının her ortamda dile geliverişi de bu yüzden değil mi? Biraz düşününce ve olasılığına paye verince, korkulanın kalmak olduğu da aşikar.
Demem o ki, çocukların geleceği için çabalarken, gerçekten doğru olduğuna inandığımızı mı, bize öğretilen ve genel geçer diye kodlananı mı alıyoruz veri olarak, düşünmek gerek. Her anlamda ve her alanda.