Karne, tatil, falan, filan…

Karneler verildi dün, genelde devlet okullarında. Diğerleri çoktan tatilde zaten. Neyse mevzu bu değil bende, karne hiç değil, tatil biraz, karne hiç. Gün kızımın büyüme adımlarının birini daha atışını keyifle izleme günü.

Bugün bir haftadır arkadaşı ile yaptıkları plan neticesinde kızım bir arkadaşının evinde yatıya kaldı. Gideceği zamanı ayarladı. Çantasını hazırladı. Ertesi günün planını yaptı ve görüşürüz diyerek kapıyı ardından kapattı. Sırtında bir tavla ve çanta, ayağında şıpıdık terlik, yavaş ama emin adımlarla evden uzaklaşmasını izledim balkondan, gözlerim yaşararak. Bir kaç saat sonra geldi eve, “hayırdır” dedim şüpheyle; meğer ertesi günkü antreman saatini düşünerek yedek ayakkabılarını ve bisikletini almaya gelmiş. Ertesi günün planını ve sorumluluklarını biliyor olmasını gururla farketmem kibir sayılır mı acaba bu noktada?!? Bence hakkımdır. 😊😉

Haftaya takımla ilk şehir dışı maçına gidecek. Ben ya da babası olmadan yanında. Takım arkadaşları ile… Yaş 9,5! Belki başka ülkeler için geç bile, ama ülkemde, hele de bir kasabada, bence kayda değer bir olay. Kayda geçsin o halde.

Bu hafta yine ilk kez antremanlarına kendi gidiyor bisikletine atlayıp. Gelip duşunu alıyor ve antreman gün ve saatlerini takip ediyor. Günlük planlarını yapıyor. Arkadaşları ile buluşmalarını, aile planlarımıza göre organize ediyor. Nazarlardan korkarım, ama gözümün nuru bloğuma yazmasam, bir avuç da olsa siz biricik blog dostlarımla paylaşmasam olmazdı. Zaman bizi olgunlaştırırken, çocukları büyütüyor ve biz bundan keyif almaktan fazlasını, bunun farkına vararak yapıyoruz. Çünkü zaman en değerli hazine ama gelecek umudu olmadan en kolay ziyan edilen şey. Ondan dolayı sanırım çocukların büyümelerine bu denli seviniyor olmamız, değil mi?

Özel gün hediyelerini sevmeyen, özel gün kutlamalarına mesafesi epey geniş olan bir kişi olarak karne hediyesi sayılır mı bu bana acaba?

Neyse, tatil başlasın. İçimden bir ses, çok güzel olacağını söylüyor önümüzdeki günlerin zira 😉

Okulun Sonu Mu?

Geçtiğimiz hafta CnnTürk’de Gündem Özel’de eğitim ve öğretim konusu tartışıldı. Programı bulup izlemenizi öneririm. Son derece verimli bir sohbet oldu. Programda Prof. Uğur Batı önümüzdeki 10 yıl içinde okulun bile olmayabileceği gibi bir cümle kurdu ve eğitimci yazar Dr. Özgür Bolat da onayladı. Ben de aynen böyle düşünüyorum. En azından bildiğimiz anlamda okul kavramı geçerliliğini yitirecek.

Bu öngörü pek çok yetkin ağızdan da sıkça duyulmaya başladı. Yıllarını eğitimi anlamaya ve iyileştirmeye adamış İngiliz Dr. Ken Robinson’un dilimize yeni çevrilen kitabı Yaratıcı Öğrenciler de benzer düşünceleri dile getiriyor. Kitap ufuk açıcı kesinlikle. Yazarın YouTube konuşmalarını da izlemenizi öneririm.

Son derece hızlı gelişen teknoloji sayesinde bilgi kolay ulaşılır bir hâle geldi. Okullar ise her ne kadar ciddi bir bütçe ayrılmış olsa da, devletleri zorluyor. Buna insan nüfusunun artışı, iş saat ve koşullarının fazlalığı, şehirleşme, adaletsiz dağılım gibi pek çok sebep bulunabilir. Bilgiye ulaşmanın bir yolu olan okullar da bu işlevlerini layıkıyla yerine getiremez oldular. Bireyin öne çıktığı zamanlardayız. Genele ve ortalamaya hitap eden öğretim ise bunu sağlayamıyor artık. Bu durumda okul devletin ideolojisini empoze etme ve yayma işlevi dışında bir yarar getiriyor mu, sorgulamak gerek.

Okulsuzluğun ve farklı sistemlere sahip butik okulların artmasının bir sebebi de bu olsa gerek. Ancak bizimki gibi kalabalık ve ekonomik olarak pek parlak olmayan ülkelerde bu da kısa vadede bir çözüm gibi durmuyor, her ne kadar örnekleri çoğalmaya başlamış olsa da.

Gözlemlediğim kadarıyla hızlı radikal değişikliklere maruz kalan eğitim sistemimize çözüm olarak bir grup ebeveyn iyi ve ne yazık ki epey pahalı okulları, bir kısım ebeveyn okulsuzluğu veya butik eğitimi, bir diğer grup da ilave eğitim olanaklarını, -kurslar, özel dersler, yaz okulları, ders dışı faaliyetler vs- tercih ediyor. Bu bilinçli ve mecburi seçimler genel anlamda bir çözüm değil elbette. Ama zaten bu sorunun çözümü için yetki sahibi de değiliz biz ebeveynler.

Genele gidecek çözümü tam yetki verilmiş, politikadan arındırılmış, yetkin kanaat önderlerinden oluşmuş bir topluluğun ele alması bir çözüm bence. Ancak zorluğu tartışılmaz.

Gelecek yıllar kişiye özel ve teknoloji yoğun bir eğitim sistemine göz kırpıyor. Deneyime dayalı öğrenmenin önemi düşünüldüğünde eğitim kurumlarının başetmek zorunda kalacakları değişimler çok fazla olacak. Buna okul binalarından, öğretmenlerin eğitimine ve ders saatlerinden içeriğe kadar hemen herşey dahil. Meşakkatli bir yol ve zaman az ne yazık ki!

Çocukların doğuştan sahip oldukları merak ve öğrenme becerilerini okul dışında zaman ve kaynak yaratarak ortaya koymalarına olanak sağlamak gerek. Bunu da kendi adıma okulu mümkün mertebe az zaman harcayacakları bir kurum olarak sınırlandırmakta buldum. Geri kalan zamanı sosyal aktiviteler ve kitap-teknoloji karışımı bir bilgi kaynağını kullanarak ilgi alanlarına yönelik bilgiye ulaşma çabası ile tamamlamaya çalışıyoruz. Henüz ilkokul seviyesinde elimizden gelen bu. Bakalım önümüzde uzanan gençlik çağları bizi neyle sınayacak?

Çağımız hayranlık karışımı bir şaşkınlıkla yaşanıyor. Biz ebeveynler ucunda değil, çocuklarımızla beraber tam içinde olmanın yollarını bulmak zorundayız.

Eğitim

Türkiye’de anne ve baba için eğitim, çocuğu doğduğu anda en ciddi mevzulardan biridir.

Cumhuriyet kurulduğundan bu yana 74 farklı Milli Eğitim Bakanı görev yaptı. 18. bakan Hasan Ali Yücel 8 yıl boyunca bu görevdeydi. (Köy Enstitüleri güzelliği için bir kez daha saygıyla anmak isterim.) Ardından en uzun süre görev yapan bakan 70. bakanımız Hüseyin Çelik oldu, 6 yıl. Diğer bakanların görevde kalma süreleri ise 1-3 yıl arasında değişiyor. İçerik ve sistem olarak konunun uzmanı bir kadronun oluşturduğu, modern, demokratik ve çağımızın gerekliliklerini karşılayan, üzerinde mutabık kalınmış, sürdürülebilir bir eğitim programımız olsa kısa süreli bakanlıklar sorun olmayabilirdi. Ancak her gelen bakanın birbirinden farklı içerik ve sistemi yürürlüğe aldığını düşünürsek, kısa süreli bakanlık görevleri ciddi sıkıntı. Bu şekilde içeriği sürekli farklılaşan, eşit bir şekilde çocuklara ulaştırılması güç, uzun vadede sürdürülebilirliği zayıf bir eğitim sistemi ile üreten, sorgulayan, gelişen bir toplum yaratabilmemiz pek olanaklı durmuyor.

Bir ulusun, bir ülkenin, bir coğrafyanın modern, özgür ve demokratik yaşam kalitesini yakalayabilmesi için, öncelikle uzun vadede sürdürülebilir, içeriği sağlam, konunun ehli bir grup eğitimci tarafından hazırlanmış, uygulaması denetlenebilir ve erişimi geniş bir programa sahip olması gerekir düşüncesindeyim. Bu şekilde iyi bir başlangıç yapılabilir. Eğitim sadece devlete teslim edilerek değil, bağımsız komisyonlar, STK’lar, eğitim kurumları, üniversiteler ve özellikle aileler işin içine dahil edilerek geliştirilebilir.

5 yıllık zorunlu eğitim, 1997’de 8 yıla ve 2012 yılında 4+4+4 düzenlemesi ile 12 yılla çıkarıldı. Bu esnada hızlı, radikal, iyi çalışılmamış, uygulamada sıkıntıları olan programlar da beraberinde geldi. Bugün bu sistemin eğitime başlama yaşından, okulu erken terketmeye, başarı seviyesinden, içerik ve materyale kadar hemen her konuda ciddi sıkıntıları ve başarısızlıkları olduğunu görebiliyoruz. Çocuklar kadar eğiticiler de olumsuz etkilendi bu durumdan elbette. Bunu çocukları okullu bir anne olarak rahatlıkla gözlemleyebiliyorum. 4+4+4 uygulamasının 2 yıl sonraki sonuçları, Eğitim Reformu Girişimi ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın yayınladığı araştırmaya göre pek de parlak olmadı.Tam gün eğitim veren okul sayısıyla beraber öğrencilerin matematik, Türkçe, fen ve İngilizce başarı oranları düşerken, akran zorbalığı da artmış oldu. Dileyen yayınlanan raporlara bu adresten ulaşabilir.

OECD’nin 2015 yılında yayınladığı rapora göre Türkiye’de 15-19 yaş aralığındaki öğrencilerin eğitime katılma oranı %69. OECD ortalaması ise %84. 18-24 yaş aralığında ise rekoru elimizde tutuyoruz. %11 olan OECD ortalamasına karşın, ülkemizde lise eğitimini terk eden öğrenci oranı %38. Zorunlu eğitim derken??

En can alıcı oran ise 15-29 yaş aralığındaki gençlerin %28,4’ü ne okulda, ne de herhangi bir işte!

picture3

Öte yandan eğitime ayrılan bütçe oranı OECD ülkelerinde %6 civarında iken, bizde bu oran %3,4’tür. Bu bütçe içinde eğitim yatırımlarına ayrılan pay ise 2002 yılının yarısından azdır.

v

Bunun sonucu olarak ailelere maddi anlamda daha fazla yük gelmesi de doğaldır.

2015-2016 Eğitim İzleme Raporu‘nun sonuçlarına göre Türkiye’de hanehalkının eğitime katkısı OECD ortalamasının üstüne olmasına rağmen, hedeflenen özel öğretim payı yıllar içinde artmaktadır.

picture1

picture2

İmkanı olan elbette eğitime ayırdığı bütçeyi artırsın. Ama bu sadece geliri ve bilinci yüksek ailelerin çocukları için bir ayrıcalık yaratmanın ötesine götürmüyor bizi. Oysa ülkenin bir bütün olarak kalkınabilmesi için eğitimin kalite standardı kadar eşit dağılımı da önemlidir. Sonuçta hepimiz aynı gemideyiz, değil mi?

Her 3 yılda bir, 72 OECD ülkesini kapsayacak şekilde tekrarlanan PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Raporu) 2016 sonuçlarını açıkladı geçtiğimiz günlerde. Rapora göre durum pek de parlak değil. Zira matematik, fen bilimleri ve okuma kategorilerinde ortalamanın epey altındayız.

picture4

Üstelik 2003 yılından bu yana aldığımız en düşük puanları alarak!pisa-2

Bu durumda görünen o ki devletin varolan eğitim politikaları ile anlamlı ve hızlı yol alabilmek pek mümkün görünmüyor. Oysa acil ve etkin bir uygulamaya ihtiyaç var. Ebeveynler olarak okul öncesinden başlayarak çocuklarla, gençlerle daha fazla vakit geçirmek, STK’lar, muhtarlıklar, belediyeler gibi kurum ve kuruluşlar aracılığıyla örgütlenmek, minik bir atölye bile olsa katkıda bulunmak, halk kütüphanelerinin etkinleştirilmesi için çalışmak, okul aile birliklerinin bilinçlenmesi ve eğitime etkin katılımını sağlamak, gönüllü eğitim projelerinde yer almak, kardeş okul uygulamalarının kapsamını genişletmek, yayınevleri benzeri kuruluşlarla kitap ve okul gereçlerinin yaygınlaştırılmasını sağlamak için yöntemler geliştirmek, aileleri bilinçlendirmeye yönelik okul yönetimleri ile beraber çalışmak, en azından okumak ve kendi çocuklarımız dışındaki çocuklara da ulaşabilmek için farkındalığımızı yükseltmek durumundayız.

Bunlar kişisel olarak aileler tarafından yapılabileceğini düşündüklerimden birkaçı. Kimbilir sizlerin aklına daha da neler gelir? Yeter ki elimizi o taşın altına sokmaya gönüllü olalım. Yeter ki su almakta olan bu gemideki tüm çocukları kurtarmak zorunda olduğumuzun bilincine varalım.

Elimizin altında binlerce kaynak, doğal olarak merak eden çocuklar varken yapabiliriz diye umuyorum. Enseyi karartmaya gönlüm elvermiyor doğrusu 🙂

Oyun ve Ödev

Kızım 1. sınıf öğrencisi. Gündüz 8 – 4 arasında okulda. Akşam 8’de de yatıyor. Okul dışında yemek, dinlenme, oyun, banyo ve ödev için 3,5 saati var yani. Ve bu çok yetersiz.

Henüz 6,5 yaşında. Okulda teneffüsler ancak oyunu kurmaya yetiyor. Genelde bir teneffüste oyun kuruluyor, diğerlerinde oynanmaya çalışılıyor. Yoğun bir tempoda eğitim alıyorlar. Çünkü müfredat böyle. Çocuğunuz için her ne kadar az, hızına uygun, merakını besleyecek, oyunla harmanlanmış eğitime heves ederseniz edin; sistemde bunun karşılığı yok. Belki kalabalık devlet okullarında bunu yakalamak mümkün olabilir. Ama özel okullar velilerin paralarının karşılığını daha çok eğitimle verme telaşında. Bu da çocuğu dar kalıplarda boğmaya götüren bir sistem ne yazık ki!

3 yıl okul öncesi eğitim alan, tüm günü okulda ve genelde derste geçen bir 6,5 yaş çocuğunun oyun gereksinimini karşılayabileceği zaman da ödevle bloke edilmiş durumda. Her akşam, en az 2 sayfa olmak üzere ödev yapıyor. Kendi kendine söylense de, genelde oturup yapıyor ödevlerini. Fakat bu arada henüz okula hiç başlamamış 5 yaşındaki kardeşinin oyunlarına da kıskançlıkla baktığını söylemeden geçemeyeceğim.

derssss_odev

Henüz sosyal yaşamı çözmeye çalıştığı bir yaşta iken, okuldaki arkadaşları ile oynayabileceği zaman ve mekandan yoksun. Birlikte oynamak yerine, sıralarda sessizce oturup toplama ve çıkarmanın bin türlü türevini çalışmaları gerekiyor. Birbirleri ile konuştukları için sıraları değiştiriliyor, dikkatsiz ve çok konuşan yaramaz çocuk damgasını yiyorlar. Oysa kızımın söylediğine göre okulda en çok sevdiği şey teneffüsler. Çünkü arkadaşları ile konuşabiliyor ve oyun oynayabiliyor.

Okulsuz eğitim teoride bunun çözümü gibi duruyor. Ancak günümüz şehirli çekirdek aile yaşamında bunu pratiğe dökmek pek kolay değil. Kaldı ki, ne fiziksel, ne de toplumsal olarak biz ebeveynler de yeterli donanıma sahip değiliz. Buna ev, mahalle, doğal ortam, sosyal ortam, zaman gibi pek çok kriter dahil.

acrylic-wash-background

Peki ne yapalım? Kızım için okumalarımla ve el yordamı ile oluşan durum şöyle:

  • Ödev konusunda baskı yok. Yapmak istediği kadar yapıyor. Öğretmeninin vereceği yıldız ve ödüller motive edici oldu.  Genelde ödevlerini yapmaya istekli. Ancak ödülün her zaman evde de ulaşabileceği şeyler olduğunu anlatarak, ödev-ödül ilişkisini zayıflattık. Bu sayede ödevi, içinden gelen bir sorumluluk duygusu ile yapmasını sağlayabildiğimizi umuyorum. Yapmadığında sorun hissetmemesi yeterli benim için.
  • Oyun için yeterli zamana ihtiyacı var. Bunu okul sonrası evde bulabildiğinde, güzel bir gün geçirmiş oluyor. Ancak işin içine televizyon ve telefondan oynanan oyunlar girdiğinde, zihin yorulmaya devam ederken, zamanını da tüketiyor. Bu sebeple o akşam uyku kalitesinde ciddi düşüş gözlemliyorum. Bu durum oğlum için de geçerli. Mümkün mertebe dijital ekranı kısıtlamaya çalışıyoruz.
  • Dilediği kitapları okumasına yönlendirmeye çalışıyorum. Bu sayede okumayı ödevle ilişkilendirmemesini sağlayabilmeyi umuyorum. Okumak, merak ettiği bilgiye ve hoşuna giden dünyaya açılan bir kapı olmalı. Ödev yapmak için gerekli bir araç değil!
  • Yazmak da aynı şekilde. Günlüğüne yazmak, kendi kitabını oluşturmak, yaptığı resimleri yazı ile süslemek; akşam verilen dikte ödevinden daha etkili diye düşünüyorum.
  • Okul hakkındaki gerçek düşüncelerimi yansıtmamaya çalışıyorum. İyi niyetli ve çalışkan bir öğretmeni var. Öğretmen bir anne ve babanın çocuğu olarak, özellikle ilkokul öğretmeni ile güzel bir bağ kurabilmesinin, hayatında olumlu bir etkisi olacağına inanıyorum.
  • Hafta sonları mümkünse doğada, değilse evde uzun zaman boşlukları yaratmaya çalışıyoruz. Bu şekilde kendini dinlemesi ve oyunla geliştirebilmesi için ortam oluşuyor.

Çocuklar büyürken, kendi koşullarını, kendi hayatlarını yaşıyorlar. Kızımın oğluma göre 3 yıl erken okula başlamış olmasına içerliyorum. Kızım adına suçluluk duyuyorum. Bunu önce benim sindirebilmem; ikisinin farklı karakterlerde, farklı koşullarda yaşayan, iki farklı insan olduğunu içselleştirmem gerekli. Bu aşamadan sonra kızımın da okulla ilişkisinin daha verimli olacağını umuyorum.

Keşke okullar çocukların oyun oynayabileceği ve merak ettiklerini nasıl öğrenebileceklerini gösteren yerlerden ibaret olsaydı.

20150524-BMS_-76

Oyun

Günümüz çocuklarının oyun oynayabilmeleri anne ve babaları ne kadar da şaşırtıyor farkında mısınız? Hele de kendi kendine oynayabiliyorsa, harika! Diğer çocuklarla oynuyorsa, daha da muhteşem. Bir de oyuncaklarını mı paylaşıyor? Vay canına! Oyun kurup, yönetebiliyorsa, sırtı yere gelmez, geleceğin ceo’su bu çocuk!

Oysa biz çocukken oyun oynamak yemek yemek, su içmek, nefes almak gibi doğal bir şeydi. Kimse oyunlarımız ve nasıl oynadığımızla ilgilenmezdi. Büyük ve günlerce devam eden bir anlaşmazlık olur veya 5-10 çocuk aynı kavgaya karışırsa ancak büyüklerin dikkatini çekerdi. Oyuncaklarımız fazla olmazdı ve herkes oynardı onlarla. Çünkü oyuncaklar, oyunların içindeydi. Aslolan oyunun kendisi ve arkadaşlardı.

Sanırım içindeki oyuncuklardan koşmaya yer kalmayan apartman dairelerinin, plastik malzemelerde dolu minicik park bozuntularının, vakti olmayan anne ve babaların, üzerlerine ev işleri ve yemek yıkılmış bıkkın bakıcıların, ödeve boğulmuş akşamların, aktivitelerle ve çocukları eğlendirmekle görevli palyaçolarla dolu doğumgünlerinin ve en önemlisi ilgilerini çekmeyen ÇOK FAZLA şeyi öğrenmek zorunda bırakıldıkları okulların çocuklarımıza ne yaptığını sorgulamamız gerekiyor. Onlar çocukluklarını bu hengameye teslim etmeden, biz onları ait oldukları yere, oyunların güzel dünyasına döndürmeye; dahası buna eşlik etmeye başlamalıyız.

Anne ve baba olmak, sistemin içinde kalmak zorunda olsak bile, dışından düşünebilmeyi gerektirir çünkü…

Okula ve Şehre Dair Düşünceler

Okul, çalışmak için ön koşul ve gereklilik değildir. Daha iyi bir insan olmak, merak ettiklerini öğrenmek için okursun.
Diplomanın işe yaraması gerekli bir meslek sahibi değilsen, mesela doktorluk, mimarlık gibi, diploma da iş için bir ön koşul değildir.
Bir işi yapmayı seviyorsan, o senin işin olabilir. Olmalıdır da aslına bakarsan.

Okul kavramı bu şekliyle uzun bir tarihe sahip değil. Günümüz şehir insanlarının çalışma temposunda çocuk yetiştirmek epey zor. Çocukları küçük yaşlardan itibaren bırakıp işte olmak zorunda ebeveynler. Bu sebeple de çeşitli kurumlar var. Kreşler, anaokulları ve OKULLAR. Bu şekilde doğal bir büyüme sürecini yaşamak yerine, “yetiştirilmiş” oluyor çocuklar. Sistemin içinde iyi birer tüketici ve çarkın dişlilerinden biri haline geliyor. Biz anne ve babalar da “en iyisi” olmaları için elimizden geleni yapıyor ve ömrümüzün bir bölümünü buna adayacak şekilde “en iyi” kurumlara çalışıyoruz. Çocuklarımızla ilişkimizi bile bu kurumlar belirliyor. Ve elbette kurumun kültürü, eve ne kadar çok taşınırsa, diğer bir deyişle ne denli çok ödev ve aktivite olursa, o kadar başarıyla yapıyoruz bunu.

2010-2011 yılındaki kayıtlı 39.437 öğrenci ile dünyanın en kalabalık okulu olarak Guiness rekorlar kitabına giren Hindistan’daki City Montessori Okulu. Günümüzde 45.000’nin üstünde öğrencisi var.

Oysa uyanmak gerek. Sistemin içinde kalmak, çıkmaktan daha zor. Daha yorucu. Gönlümüzden geçen ve bizi sürekli dürten o iç sesimiz bize doğru yolu gösteriyor. Ertelenen hayaller, mutsuzluğun karamsarlığı ile örülü hayatlar ve kaçış planlarının her ortamda dile geliverişi de bu yüzden değil mi? Biraz düşününce ve olasılığına paye verince, korkulanın kalmak olduğu da aşikar.

Demem o ki, çocukların geleceği için çabalarken, gerçekten doğru olduğuna inandığımızı mı, bize öğretilen ve genel geçer diye kodlananı mı alıyoruz veri olarak, düşünmek gerek. Her anlamda ve her alanda.

Lastengöl, Pörtlaç ve Kardeşler Arası Yaş Farkı

Bu kelimeler ne biliyor musunuz? Bunlar 6 yaşındaki kızımın, 4 yaşındaki kardeşi ile icat ettiği, sadece onların bildiği kelimeler. Lastengöl’ün anlamı “dön, dön, salla, dön” şeklinde oynanan bir oyun. Pörtlaç ise anlamını bilmedikleri veya tanımlayamadıkları herhangi bir şey için kullanılabilen, çok amaçlı bir kelime. Esas anlamı hamurun üstüne yumurta sürmeye yarayan küçük fırça imiş.

Ayrıca sadece ikisinin aralarında konuştuğu ve gayet de anlaşabildikleri bir dilleri var. Anlamsız kelimeler dizisinden oluşuyor. Sanırım ses tonu ve mimikler sayesinde anlamlandırabiliyorlar. Ama sadece sanıyorum, yoksa bildiğim yok 🙂

20140423_164146-ACTION (1)

Kızımla oğlumun arası 22 ay. Planlı bir durum değil. Kızım gelsin diye çok uğraştık. O bir mucizeydi bizim için. Oğlum ise kendiliğinden gelen bir hediye oldu. Kızım yaşını yeni kutlamıştı ki, bir de baktık bir minik daha geliyor aramıza. Şaşkınlıkla dolu mutluluk sonrası.

Dolayısıyla kızımın ilk yaşını hamile geçirdim. Hem ikinci hamileliğim, hem de hala emen bir bebeğim olduğu için bu süreç hızla ve kolayca geçti. Oğlum doğduğunda ise, kızım sanki bir anda büyümüştü. O yumuk bebek elleri bir yenidoğan elinin yanında çocuk eline dönüşüverdi. Yarım yarım konuşmaları, derdini tamamen anlattığını düşündüğümüz sohbetler oluverdi. Kendimize hep onun da bir bebek olduğunu hatırlattık ama bu fikre alışmamız sanırım 8-9 ayımızı aldı. Bu süre zarfında iki tane emen (tandem nursing) ve bezli bebeğim, uykusuz ve yorgun bir bedenim, yetememe ve şükran hisleriyle dolu bir ruhum vardı.

Sonraki 2 yıl epey zordu Allah biliyor ya. Annem ve babam tüm bu 4 yıl süresince bize her konuda sonsuz destek oldular. Kocam da babalığa hızla ve çok başarılı bir geçiş yaptı. Hayatımızın bambaşka bir evresine yoğun bir mesai ile başlamış olduk.

Kızım 5, oğlumsa 3 yaşını doldurduğunda yavaş yavaş yüzeye doğru yol almaya başladığımızı hissettim. Nefes almak biraz daha rahattı sanki. Artık evden daha rahat çıkabiliyorduk dışarıya, uykular düzene girmişti, ev hala çok dağınıktı ama en azından kızım kendi işini epey halledebiliyordu. Biz de bildiğin alıştık, kısa yollar keşfettik.

Beni en çok zorlayan şey, çocuklarımın iki farklı dönemi yaşamaları ve fiziksel olarak sürekli ilgiye ihtiyaç duymalarıydı. İkiz olsalardı ilk yıl yaşanan fiziksel zorluk sonrasında, benim 4 yılda geldiğim aşamaya gelmiş olunuyor gözlemlediğim kadarıyla.

Öte yandan kızımın okul çağında olmaması, kardeşinin onun ders sürecini etkilememesini sağladı. İlk yıl oğlum henüz bebekti ve kızım gönlünce sultanlığını yaşadı evin içinde. Ama ikinci yıl daha zorlu bir süreç oldu. Kızımın arkadaş ihtiyacı vardı ve kreş iyi bir çözüm gibi duruyordu. (Aslında eğer gerek yoksa, kreşin ne kadar gereksiz, hatta olumsuz bir süreç olduğunu daha sonradan farkedecektim.) Bir kez başlayınca da devamı geldi. Kızım ilkokula başlamadan önce 3 yıl okula gitmiş oldu. Oğlumsa, 4 yaşında ve hala evde gönlünce oyun oynuyor.

Henüz kalem tutmayı bilmediği zamanlar. Kalem tutmayı da ablası öğretti zaten.

Elbette ablasının okulu, kardeşine herşeyi doğal sürecinde ve kolayca öğrenme şansı vermiş oldu. Beraber boyama, kesme ve yapıştırma yapıyorlar. Henüz kreşe bile gitmeyen oğlum sayıları, ismini yazmayı, makası kullanmayı kendiliğinden öğrendi. Odalarında ikisinin resimlerinden oluşan muhteşem bir sergimiz var.

ela resim
5 yaş hayal dünyası
2
4 yaşında kendi kendine alfabe oluşturma çabası.

Doğduklarından bu yana aynı anda uyuyorlar. Birlikte uyku öncesi seramonimizi yapıyoruz ve yataklarına yatıyorlar, ben kitap okurken onlar uyuyor. Bu nedenle okudukları kitaplar da hep aynı oldu. Artık ilgi alanlarına göre farklılaşsa da, birbirlerinin sırasını beklemeyi ve diğerinin kitabına da ilgi göstermeyi öğrendiler.

20150125_110934
Sağ taraf kızımın. İçinde prenses olan tüm kitapları aldı. Elif serisini bir de. Sol taraf oğlumun. Bol bol tren kitapları dolu.

Biraz daha var bu konuda söylenecekler. Başka zamana artık 🙂

Bir “İlk-Okul” Yazısı

Kızım ilkokula başladı. Eskisi gibi heyecanla başlanılan bir olay değil bu durum. Can sıkıcı değil mi? İlk kez okula başlamanın yeri doldurulamaz hislerini hatırlamayacak ileride. Çünkü ilk kez 3 yaşında iken okula başlamıştı. Şimdi ilkokula başladığı binaya da iki yıldır devam ediyor zaten. Üstelik sınıftaki arkadaşları da aynı. Belki de tek iyi yanı burası durumun, en azından yazın özlediği arkadaşlarına kavuşmanın heyecanını yaşıyor ilk gün. Elbette 1. sınıfa başlamanın “gerçek okul”a başlamak anlamına gelmesi ve bunun ayrı bir büyümenin ispatı heyecanı olmasının da hakkını vermek gerek.

6
Okul yolundaki ilk günler. Çantada sadece su matarası ve yedek kıyafet var. Pantalon giydiği tek gün belki de.

Ancak olaya ilkokul öncesi yıllarca okula gitmek açısından bakınca ne kadar  sevimsiz değil mi? Evet sevimsiz, ancak gerçek. İçinde bulunduğumuz şehir koşulları çocukları okul konusunda erkenden sınıflara tıkmak (evet, “tıkmak” ve hatta “hapsetmek”) konusunda pek maharetli. Sistem de buna göre şekillenmiş ve pek de manidar olmuş. Yani bizim gibi X kuşağı ebeveynleri nasıl ki “okumazsan aç kalırsın, oku da kendini kurtar” mantığı ile yetişmişsek; şimdinin nesli de “okumak o kadar normal ve olması gerekendir ki, zaten olması gereken azami durum buysa, bunu da en iyi, en harika, en birinci… yapmak gerekir” şeklinde yetişiyor. Okulda disipline edilmiş hazır kıtalara müfredat denen, içeriği ve süresi tartışmalı ve üzerinde hala fikir birliğine varılamamasından olsa gerek zırt pırt değişen zırvalığı şırınga etmek öğretim değildir, olmamalı.

3
Hayalim çocukların zaman, beden ve ruh olarak alabildiğine özgürce kendilerini dünleyip anlayabilecekleri bir okul ortamı. Sadece içlerinde varolan bilgiyi ve merakı nasıl geliştirip besleyebileceklerini öğrenecekleri bir müfredat.

“Birşeyler öğrensem okulda, mesela nasıl öğreneceğimi, hoşuma giden şeyler hakkında nasıl kendimi yetiştirebileceğimi, nasıl daha zevkli ve mutlu yaşayacağımı” dediğini duyar gibiyim kızımın. Elbette bu benim iç sesim ve kızımın aslında okula gitmekten mutlu ve tatmin olmadığı anlamına gelmiyor kesinlikle. Yine de eksiklikleri hissediyor. Okula başlayalı 2 hafta oldu. Şimdiden arkadaşları ile hiç oynayamadığını, sohbet edemediğini, hala okuma-yazma yerine yıllardır yaptıkları çizgileri çizdiklerini anlatıyor. Evet okumayı ve yazmayı öğrenmeye çok hevesli. Bir an önce kardeşine kitap okuyabilmek ve günlük tutabilmek için heyecanlanıyor. Fakat öğretmenin 24 tane farklı seviyede, farklı hızda, farklı şekilde öğrenen çocuğun ihtiyaçlarını aynı anda ve aynı şekilde karşılayabilmesi de imkansız.

En sevdiği dersler santranç ve resim. Sanırım kendini en özgür hissettiği alanlar.

2
Bu 4 yaşındaki oğlumun, yazısı. Kendi oluşturdu. Uzun uzun yazıyor ve bize okuyor. Hiç okula gitmedi.

Eğitim ne yazık ki şu sıralar en çok canımı sıkan, elimin kolumun yetersiz kaldığını hissettiğim, ben sinirlendiren bir mevzu. Özel bir okul olması ve kızımın okula severek gidiyor olması teselli ediyor beni. Ancak yetersiz ve sıkıntılı kısımları da görmeden edemiyorum.

Oğlumsa hala evde, özgürce oynayarak, çizerek, resimler yaparak, yazılar yazarak çocukluğunu yaşıyor. İki çocuklu bir annenin doğal ikilemi olan “haksızlık mı yapıyorum” hissi ise içimde ara ara beni bunaltıyor.

5Bu süreci ne şekilde en az zaiyatla ve en çok deneyimle atlatmanın yolunu bulabilecek miyiz bakalım?

Okul Seçiminde Kriterler -1

Okul seçimi özellikle büyükşehir annelerinin gündemi bu sıralar. Sırf seçeneğim azalsın diye küçük bir yerde yaşayasım bile var bu nedenle. Özel okul düşünen veliler için kayıt zamanları. Şimdiye kadar okullar gezilmiş, araştırmalar yapılmış ve kararlar verilmiş olmalı.

Biz okul konusunda sistemdeki sürekli değişikliklere paralel olarak fikri sabit olmayan bir aileyiz. Öte yandan okuldaki eğitimle ilgili beklentilerimiz hiç değişmedi, oldukça net düşüncelere sahibiz.

Okul hayatı;

Çocuklarımızın içlerindeki doğal merak duygusuna zarar vermemeli.

Neşelerini söndürmemeli.

Yormamalı. Özellikle ödev ve projeler konusuna yaklaşımımız mümkün olduğunca az ve yorucu olmamaları yönünde. Hatta hiç olmasalar ne güzel olur.

Güzel arkadaşlıklar kurabilmeliler. Mümkünse aile olarak okul dışında da görüşebileceğimiz bir ortam nefis olur.

Hareketleri kısıtlanmamalı. Bu en zor beklentilerden biri okullardaki fiziksel koşullar sebebiyle.

Kitap okuma konusunda motive edilmeliler. Kitap okumak özellikle benim takıntılı olduğum konulardan. Kitabı sadece ders aracı olarak gören, roman denen mefhuma uzak bir eğitim sisteminin çok zarar verici olduğunu düşünüyorum.

Teknolojik gereçlerle, mesela televizyon ve I-Pad mümkünse hiç veya sınırlı muhattap olmalılar.

Yeni şeylerle tanışmalılar. Arkadaşlarından, öğretmenlerinden, okulun olanaklarından bu anlamda yararlanabilmeliler. Mesela 23 Nisan gösterisi olarak çayda çıra oynasınlar ki folklor ve türkülere aşina olsunlar. Bir piyes sahneye koysunlar ki tiyatroyla ve sinema ile içinde bulunarak haşır neşir olsunlar. Santrançla tanışsınlar ki matematiğin zevkli ksıımlarını da görebilsinler. Ciddi bir sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirsinler ki dünyada yalnız olmadığımızı anlasınlar. Veya okulu boyasınlar ki çalışmanın ve öğrenmenin sadece masa başında oturmakla olmadığını görsünler.

Öğretmenleri çocukları sevmeli ve merhametli olmalı. Onların her koşulda çocuk olduklarını hatırlayarak davranmalı.

En önemlisi, çocuklarımızın doğal olarak içlerinde olan yönelimlere, iyiliğe, heyecana ve meraka zarar vermemeli.

Okul mevzusunu ne kadar az ziyanla atlatırsak o kadar güzel olacak yani. Bir anne ve babanın bu şekilde çocuğunu okuldan korumaya çabalaması ne kadar trajik değil mi?

Ne yazık ki Türkiye’de geldiğimiz nokta tam da budur. Bizimkilerin durumu da yarına artık 🙂